İmam-ı Rabbani KS Mektubatından...

Başta hocaefendilerimiz olmak üzere büyük zatların tasavvuf tanımları, tasavvufun inceliğine dair yazılar, vs...
seyir

309. Mektub

Post by seyir »

309. Mektub

Bu mektûb, mevlânâ hâce Muhammed Firketîye yazılmışdır. Gündüz ve gece kendini hesâba çekmeği ve (Hesâba çekilmeden evvel, kendinizi hesâba çekiniz) hadîs-i şerîfini bildirmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun! Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Din ve dünyâ se’âdetinize düâ ederim. Meşâyıh-ı kirâmdan birçoğu “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, muhâsebe yolunu seçmişlerdir. Her gece, yatacağı zemân, o gün yapmış olduğu işlerini, sözlerini, hareketlerini, hareketsizliklerini, düşüncelerini, herbirinin niçin olduğunu anlarlar. Kusûrlarını ve günâhlarını temizlemek için, tevbe ve istigfâr ederler. Allahü teâlâya boyun bükerler, yalvarırlar. İbâdetlerini ve iyiliklerini de, Allahü teâlânın hâtırlatması ile ve kuvvet vermesi ile olduğunu bilirler. Bunun için, Hak teâlâya hamd ve şükr ederler. (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi, [ya’nî Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, bu muhâsebecilerden biri idi. Buyuruyor ki, (Ben kendimi hesâba çekmekde, Meşâyıh-ı kirâmın hepsinden ileri gitdim. Niyyetlerimi, düşüncelerimi de hesâba katdım). Bu fakîre göre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, Muhbir-i sâdıkdan gelen haberlere uygun olarak “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” her gece yatarken, (Sübhânallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber) yüz def’a okursa, tesbîh ve tahmîd ve tekbîr eylemiş olur. Böylece, muhâsebe yapmış olur. Kendini hesâba çekmiş sayılır. Tesbîh söylemek, tevbenin anahtarıdır. Bunu çok okumakla, kusûrlarının, günâhlarının afv edilmesini istemiş olur. Bu günâhlardan dolayı, Hak teâlâya bulaşdırılmış olan lekeleri tenzîh ve takdîs etmiş olur. Günâh işleyen bir kimse, bu emrlerin ve yasakların sâhibinin azametini ve kibriyâsını düşünmüş olsaydı Onun emrlerine karşı gelemezdi. Günâhları yapması, Onun emrlerine ve yasaklarına kıymet vermediğini göstermekdedir. Böyle şeyden, Allahü teâlâya sığınırız. (Tenzîh) kelimesini, [ya’nî yukarıda yazılı olan tesbîhi] çok okumakla, bu kusûr afv olunur.

(İstigfâr) etmek, günâhların örtülmesini istemekdir. (Tenzîh) kelimesini okumak ise, günâhların yok olmasını istemekdir. O nerede, bu nerede? (Sübhânallah) şaşılacak bir kelimedir. Söylemesi çok kısadır. Ma’nâları ve fâideleri ise pekçokdur.

(Tahmîd) kelimesini çok okumakla, Allahü teâlâya şükr edilmiş olur. Onun verdiği ni’metlerin şükrü yapılmış olur.

(Tekbîr) kelimesi, Allahü teâlânın, kulların yapdığı şükrlerden çok yüksek olduğunu, Ona yakışan şükr yapılamıyacağını göstermekdedir. Çünki, Ona yapılan istigfârlar, afv dilemekler için de, çok istigfâr etmek lâzımdır. Ona yakışan hamd, ancak Onun tarafından yapılabilir. Bunun içindir ki kendisi, Sâffâti sûresinin son âyetinde, (Sübhâne Rabbike Rabbil’izzeti...) buyurmuşdur. Kendini hesâba çekmek istiyenler, bu âyet-i kerîmeyi çok okumalıdır. Böylece istigfâr ve şükr etmiş olurlar. İstigfâr ve şükr edemediklerini de ve kusûrlarını da bildirmiş olurlar. Yâ Rabbî! Bizim kusûrlu, bozuk olan düâlarımızı, tevbelerimizi kabûl buyur! Sen herşeyi işitir ve bilirsin. Efendimiz, yüce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve onun Âline ve hepsi temiz, seçilmiş olan Eshâbının herbirine salât ve selâm olsun “sallallahü teâlâ ve selleme aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbihi ecma’în”! Allahü teâlâ hepsine bereket versin!

Gel aldanma bu dünyâya, sonu vîrân olur, birgün,
Senin bu sürdüğün demler, elbet yalan olur, birgün.
seyir

162. Mektub

Post by seyir »

162. Mektub

Bu mektûb, hâce Muhammed Sıddîk-ı Bedahşîye yazılmışdır. Mubârek Ramezân ayının üstünlüğünü ve Kur’ân-ı kerîmin bu ayda indirildiğini ve hurma ile iftâr etmenin müstehab olduğunu bildirmekdedir:

Allahü teâlânın zâtının şü’ûnâtından biri, kelâm şânıdır. Bu kelâm şânında, zâtın bütün üstünlükleri ve sıfatların bütün şü’ûnları bulunur. Böyle olduğu, önceki mektûblarda bildirilmişdi. Mubârek Ramezân ayında da, bütün iyilikler, bütün bereketler bulunur. Her iyilik, her bereket, Allahü teâlânın zâtından gelmekdedir “teâlâ ve tekaddes” ve Onun şü’ûnlarından hâsıl olmakdadır. Her kusûr, her kötülük de, mahlûkların zâtlarından ve sıfatlarından hâsıl olmakdadır. Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Sana gelen her güzel şey, Allahü teâlâdan gelmekdedir. Sana gelen her kötülük de, kendindendir) buyuruldu. Bunun için, bu aydaki iyiliklerin, bereketlerin hepsi, Allahü teâlânın zâtındaki üstünlüklerden gelmekdedir. Bu üstünlüklerin hepsi de, kelâm şânında bulunmakdadır. Kur’ân-ı kerîm, bu kelâm şânının hakîkatinin hepsinden hâsıl olmuşdur. Bundan dolayı, bu mubârek ayın, Kur’ân-ı kerîm ile tâm bağlılığı vardır. Çünki, Kur’ân-ı kerîmde bütün üstünlükler bulunmakdadır. Bu ayda da, o üstünlüklerden hâsıl olan bütün iyilikler bulunmakdadır. Bu bağlılıkdan dolayı, Kur’ân-ı kerîm bu ayda nâzil oldu. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Kur’ân-ı kerîm, Ramezân ayında indirildi) buyuruldu. Kadr gecesi bu aydadır. Bu ayın özüdür. Kadr gecesi, çekirdeğin içi gibidir. Ramezân ayı da, kabuğu gibidir. Bunun için, bir kimse, bu ayı saygılı, iyi geçirerek bu ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuşursa, bu senesi iyi geçerek, hayrlı ve bereketli olur. Allahü teâlâ, hepimizi bu mubârek ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuşdursun. Herbirimize bundan büyük pay versin!

Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye” buyurdu ki, (Oruclu olan kimse, hurma ile iftâr etsin! Çünki hurma bereketlidir). O Server “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hurma ile iftâr ederdi. Hurmanın bereketli olması şöyledir ki, onun ağacına (Nahle) denir. Bu ağacın yaradılışında, topluluk ve adâlet vardır. İnsanın yaradılışı da böyledir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Nahle ağacına, Âdem oğullarının halasıdır dedi. (Halanız olan nahleye saygı gösteriniz! Çünki bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıkdan yaratılmışdır) buyurdu. Görülüyor ki, Nahle, Âdem aleyhisselâmın çamurundan yaratılmışdır. Nahleye bereket buyurması, bunda herşeyin bulunduğu için olsa gerekdir. Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yinince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece hurmada bulunan herşey, insana da aktarılmış olur. Hurmada bulunan sonsuz üstünlükler, bunu yiyende de bulunur. Hurmayı yiyen herkes böyle olur ise de, oruclu kimse, iftâr zemânında, şehvetlerden ve dünyânın geçici zevklerinden temiz olduğu için, hurmadan pekçok istifâde eder. Anlatdığımız fâideleri dahâ tâm ve dahâ olgun olur. O Server “aleyhi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ”, (Mü’minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir) buyurdu. Bu da belki, hurma insanın dokularına karışınca, insanın hakîkatini temâmladığı içindir. Oruclu iken, böyle şey olmadığı için, bunun karşılığı olarak sahûrda hurma yimenin güzel olduğunu bildirmişdir. Hurma yimek, çeşidli yemekleri yimek gibi fâideli olmakdadır. Hurmanın bu bereketi, kendisinde herşey bulunduğu için, iftâr zemânına kadar insanda kalır. Hurmanın bu fâidesi, ancak islâmiyyete uygun olarak yinildiği, islâmiyyetden kıl ucu kadar ayrılık bulunmadığı zemândır. Tâm fâidesine kavuşmak için, bir ağacın bir meyvesi olarak değil, bildirdiğimiz topluluğunu, bereketini düşünerek yimek lâzımdır. Yalnız bir meyve olarak yinirse, yalnız madde, kalori fâidesi elde edilir. İşin iç yüzü bilinerek yinirse, bereketine kavuşulup, bâtını da besler. Bereketine kavuşmadan yimek kusûr olur. Fârisî beyt tercemesi:

Çalış, lokmayı kıymetlendir önce!
Ondan sonra, hiç korkma yi, doyunca!


İftârı erken, sahûru geç yapmakda da, bu incelik vardır. Vesselâm.
seyir

207. Mektub

Post by seyir »

207. Mektub

Bu mektûb, mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede “rahmetullahi aleyh” yazılmışdır. İnsanların bir arada bulunması, kalblerini berâber edeceği ve islâmiyyete uymıyan şeylerin kıymetsiz olduğu bildirilmekdedir:

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Çok zemân geçdi, sizin ve mahdûm zâde hazretlerinin ve Cemâleddîn Hüseynin ve orada bulunanların ve hele şeyh İlâhdâd ve meyân Şeyh-ul-hediyyenin selâmet haberlerinizi alamadım. Herhâlde, uzakda kalan bu kardeşlerinizi unutduğunuz anlaşılıyor. Evet, yakında bulunmanın, kalblerin birleşmesinde büyük te’sîri vardır. Bunun içindir ki, hiçbir Velî, bir Sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Karânî “rahmetullahi aleyh” o kadar şânı yüksek olduğu hâlde, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın derecesine yetişemedi. Abdüllah bin Mubârek hazretlerinden soruldu ki, hazret-i Mu’âviye ile Ömer bin Abdül’azîzden hangisi dahâ yüksekdir? Cevâb olarak: (Mu’âviye “radıyallahü anh”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdül’azîzden katkat dahâ yüksekdir) buyurdu.

Burada bulunanların hepsi iyiyiz. Allahü teâlâya bunun için, belki bütün ni’metleri için hamd ve şükrler olsun. Ni’metlerinin en büyüğü olan, müslimân yapdığı için ve mahlûklarının en iyisinin yolunda bulundurduğu için, ne kadar çok hamd edilse, yine azdır. Çünki, onun yolunda bulunmak, iyiliklerin başı, kurtulmanın çâresi ve dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin kapısıdır. Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmetine “aleyhi ve aleyhim ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, bizleri ve sizleri, her zemân bu yolda bulundursun! Âmîn. Fârîsî mısra’ tercemesi:

İş budur. Bundan başkası hiçdir!

Tesavvufcuların sözlerinden, ele birşey geçmez. Onların hâllerinden insanın birşeyi artmaz. Onların vecdleri ve hâlleri, islâmiyyete uygun olmazsa, on para etmez. Keşfleri, ilhâmları, kitâba ve sünnete benzemezse, yarım arpa kadar değerleri olmaz. Tesavvuf yolunda ilerlemenin sebebi, islâmiyyetde inanılması lâzım olan şeylere, yakînin, îmânın artması içindir. Hakîkî îmân da, bu demekdir. İkinci sebebi de, fıkhda bildirilen vazîfeleri yapmanın kolay ve tatlı olması içindir. Tesavvuf, bu ikisine kavuşmak içindir. Bunlardan başka birşey için değildir. Çünki, Allahü teâlâ, Cennetde görülecekdir. Dünyâda hiç görülemez. Tesavvufcuların aradıkları müşâhedeler, tecellîler, gölgelere kavuşmakdır ve benzetilen, O sanılan şeylerle avunmakdır. Allahü teâlâ, ötelerin ötesidir. Şaşılacak şeydir ki, onların müşâhedeler ve tecellîler diye övündükleri şeylerin iç yüzleri, eğer anlatılırsa, bu yola yeni girenlerin gevşemelerinden korkulur ve arzûları, istekleri azalır. Eğer iç yüzleri anlatılmazsa, doğrusunu bildiğim hâlde, doğru ile yanlışın birbirlerine karışmalarına göz yummuş olmakdan korkarım. Ey, yollarını şaşırmışlara, doğru yolu gösteren Rabbim! Âlemlere rahmet olarak yaratdığın Muhammed “aleyhisselâm” hurmeti için, bana doğru yolu göster! Hâlinizi arasıra bildiriniz ki, sevgiyi artdırır. Doğru yolda bulunanlara selâm olsun!
seyir

Re: İmam-ı Rabbani KS Mektubatından...

Post by seyir »

70. Mektub

Bu mektûb, yine Hân-ı Hânâna yazılmışdır. İnsanın âlem-i halkı ve âlem-i emri kendinde toplaması, hem Hakdan uzaklaşmasına, hem de Hakka yaklaşmasına sebeb olduğunu bildirmekdedir:

Allahü teâlâ, sizi Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” dîninin gösterdiği doğru yolda bulundursun! Bu düâya âmîn diyenlere merhamet eylesin! Âlem-i emrin ve âlem-i halkın insanda toplanması, onun Hakka yaklaşmasına, kıymetli ve üstün olmasına sebeb oldu. İnsanın Hakdan uzaklaşmasına, doğru yoldan sapmasına ve Ondan câhil kalmasına sebeb olan da, yine bu topluluğudur. Bu toplulukdan dolayı insanın aynası, tâm olup, Hakka yaklaşmışdır. Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının, hattâ Zât-i ilâhînin kendinde görünmesine müste’id olmuşdur. Hadîs-i kudsîde, (Göke ve yere sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım) buyurması, buna işâretdir. İnsanın, âlemdeki zerrelerden, her zerreye muhtâc olması, onun Hakdan uzaklaşmasına sebeb olmuşdur. Çünki, insanın herşeye, her zerreye ihtiyâcı vardır. Bekara sûresinde, (Yerde olan herşeyi, sizin ihtiyâcınızı karşılamak için yaratdım) meâlindeki, yirmisekizinci âyet-i kerîme, bunu bildiriyor. İnsan, bu ihtiyâcından dolayı herşeye gönül vermekdedir. Bu yüzden, Hakdan uzaklaşmakda, doğru yoldan ayrılmakdadır. Fârisî iki beyt tercemesi:

Mahlûkların en üstünü insandır,
o makâmdan, mahrûm kalan da odur.

Bu yoldan eğer, geri dönmezse,
ondan dahâ mahrûm olmaz kimse.


Görülüyor ki, varlıkların en üstünü insandır. Mahlûkların en aşağısı, en kötüsü de, yine odur. Çünki, âlemlerin Rabbinin sevgilisi olan Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” insan olduğu gibi, âlemlerin Rabbinin düşmanı olan Ebû Cehl bin Hişâm da insandır. O hâlde kalb, herşeyi sevmekden kurtulmadıkça, herşeyden münezzeh [ayrı] olan, bir varlığın sevgisine kavuşamaz. Bu ise, en büyük harâblık, aşağılıkdır. Birşeyin hepsi ele geçmezse, hepsi de elden kaçırılmamalıdır, formülüne göre, birkaç günlük ömrü, islâmiyyetin sâhibine “aleyhissalâtü vesselâm” uyarak geçirmelidir. Çünki âhıretin azâbından kurtulup, sonsuz ni’metlere kavuşmak, ancak Ona “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymakla olur. Bunun için de, altın, gümüş eşyâsı ve kâğıd parası ve ticâret eşyâsı ve çayırda otlayan hayvanları olanın, islâmiyyete uygun olarak, zekât vermesi, böylece mala ve hayvanlara bağlı olmadığını göstermesi lâzımdır. Yirken, içerken, güzel elbise giyerken, keyfini, zevkini düşünmeyip, ibâdetleri yapmak için kuvvetlenmeği ve A’râf sûresinin (Nemâz kılarken süslü, temiz örtününüz!) meâlindeki otuzuncu âyet-i kerîmesine uymağı niyyet etmelidir. Bunlara, başka niyyetleri karışdırmamalıdır. Böyle niyyet yapılmazsa, yapmak için, kendini zorlamalıdır. Ağlıyamazsan, kendini ağlat, sözü meşhûrdur. Böyle niyyet edebilmek için, durmadan Allahü teâlâya düâ etmeli, yalvarmalıdır. Fârisî beyt tercemesi:

Umarım, kabûl ede, göz yaşımı,
O ki, inci yapar, su damlasını.


Bunun gibi, her şeyi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin, yazılarına uygun yapmalı, islâmiyyetin izn verdiği (Ruhsat)lardan kaçınıp, islâmiyyetin üstün gördüğü (Azîmet)lere sarılan bu âlimlere uymağı, sonsuz azâbdan kurtulmağa vesîle bilmelidir. Nisâ sûresi, yüzkırkaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Îmân eder ve ni’metlere şükr ederseniz, Allahü teâlâ, size azâb etmez!) buyuruldu.
seyir

72. Mektub

Post by seyir »

72. Mektub

Bu mektûb, hâce Cihâna yazılmış olup, âhıreti istiyenin dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Dünyâyı terk etmek nasıl olacağını bildirmekdedir:

Allahü teâlâ, selâmet ve âfiyet versin! Din ile dünyâyı birlikde kazanmak imkânsızdır. Âhıreti kazanmak istiyenin, dünyâdan vaz geçmesi lâzımdır. Bu zemânda, dünyâyı temâmen terk etmek, kolay değildir. Hiç olmazsa, hükmen terk etmek, ya’nî terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da, her işde islâmiyyete uymak demekdir. Yiyecekde, içecekde, giyecekde ve ev kurmakda islâmiyyete uymak lâzımdır. İslâmiyyetin emrlerini aşmamak lâzımdır. Altın ve gümüşün ve ticâret eşyâsının ve kırda, çayırda otlıyan dört ayaklı hayvanların zekâtını vermek farzdır. Bunların zekâtını elbette vermelidir.

İslâmiyyete uymakla zînetlenen bir kimse, dünyânın zararından kurtulmuş olur ve âhıreti kazanır. Dünyâyı [ya’nî nefsin arzûlarını], böyle hükmen de terk edemiyen kimse, münâfık demekdir. Îmânlı olduğunu söylemesi, âhıretde kendisini kurtaramaz. Yalnız dünyâda, malını ve cânını korur. Fârisî beyt tercemesi:

Söyledim sana, işin özünü,
İster sıkıl, ister dinle sözümü.


Dünyânın bu kadar gösterişli hâli, hademesi, hizmetçileri, tatlı yemekleri, çeşidli şerbetleri, süslü, câzibeli elbiseleri ve nice zevkleri karşısında, hangi baba yiğit, hangi bahtiyar kimse, bu doğru söze kulak verip dinler? Fârisî beyt tercemesi:

İncilerin ağırlığı sağır etmiş kulağını,
duymaz olmuş, ne yapayım, ağlamamı, sızlamamı.


[Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya’nî, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakîn demekdir. (Biz en yakîn olan gökü, çırağlarla süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı yerde de, ikinci ma’nâ ile kullanılmışdır. Meselâ, (Denî, alçak şeyler mel’ûndur) hadîs-i şerîfinde böyledir. Ya’nî, (Dünyâ mel’ûndur) demekdir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın, nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Ya’nî, harâm ile mekrûhlardır. Şu hâlde, Kur’ân-ı kerîmde zem edilen, kötü denilen dünyâ, harâmlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemişdir. Çünki, cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü isbât eden vesîka, varlığın ve insanlığın ikincisi olan, İbrâhîm halîl-ür-rahmânın malıdır “salevâtullahi aleyh”. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve vâdîleri dolduruyordu].

Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Muhammed aleyhisselâmın yoluna uymakla şereflendirsin!

Şeyh meyân Zekeriyyâ eski defterdardır. Âlim ve fazîletli bir insandır. Bir zemândan beri habsdedir. İhtiyârlık, geçim darlığı ve habsde uzun zemân kalması yüzünden muhtâc ve acınacak hâldedir. Fakîri bulunduğu birliğe çağırıp, kurtulmasını istiyor. Mesâfe uzak olduğu için gelemedim. Kardeşimiz Hâce Muhammed Sâdık, huzûrunuza geldiğinden, birkaç sözle başınızı ağrıtdım. İnşâallah o zevâllı, yüksek teveccüh ve kereminizden umulana kavuşur. Çünki, âlimdir ve yaşlıdır. Vesselâm evvelen ve âhıren.

Âkıl isen kıl nemâzı, çün se’âdet tâcıdır.
Sen nemâzı öyle bil ki, mü’minin mi’râcıdır.
seyir

471. Mektub

Post by seyir »

471. Mektub

MEVZUU: Günlük hadiseleri, yüce Allah'ın iradesine bırakıp onunla lezzet almak.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hace Şerafeddin Hüseyin'e yazmıştır.

***

Sübhan Allah, Şeriat-ı Mustafaviye caddesinde istikamet nasib eylesin. O şeriat sahibine salât, selâm ve tahiyyet. Bizleri dahi, mukaddes zatı ile tam olarak meşgul eylesin.

Ey sahib-l temyiz aziz oğul,

Günlük hadiseler, yüce Sultan Vacibü'l-vücud'un iradesi ve dilemesi ile olduğuna göre; yerinde olur ki, kul, kendi iradesini onun iradesine tabi kıla... Hadiseleri dahi, aynen onun muradı bile... Onlarla da lezzet ala...

Eğer maksat kulluk ise, yerinde olur ki, bu nisbet kazanılması gereke... Aksi halde hareket; kulluğu inkâr ve yüce Mevlâ ile çekişmedir.

Bir kudsi hadiste şöyle geldi:

"O ki, benim hükmüme razı olmaz; belâma sabretmez, benden başka Rabb arasın ve semamın altından da çıksın..."

***

Evet, fakirler, miskinler ve taallukatınız; himayeniz ve gözetiminiz ile rahat ve refah içindeler. Şunun için ki: Onların bir sahibi var; kendilerine yeter. Hoş senanız ve güzel övülmeniz bakidir.

Sübhan Allah sizi bu alemde ve öbür alemde mükâfatlandırsın.

Vesselam...

***
seyir

161. Mektub

Post by seyir »

161. Mektub

Bu mektûb, molla Sâlih Bedahşî Külâbîye yazılmışdır. Tesavvuf yolunda ilerlemek, hakîkî îmâna kavuşmak için olduğu bildirilmekdedir:

Sülûk konaklarını geçmek, hakîkî îmâna kavuşmak içindir. Hakîkî îmâna kavuşmak için, önce nefsin itmînân hâsıl etmesi lâzımdır. Nefs mutmeinne olmadıkca, kurtuluş olamaz. Nefsin mutmeinne olması da, kalbin onu kontrol ve idâre etmesi ile olur. Kalbin nefsi idâre edebilmesi için, başka şeylerle meşgûl olmaması ve Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye bağlılığı kalmaması lâzımdır. Kalbin, hiçbirşeye bağlılığı kalmadığının alâmeti, işâreti vardır. Bu da, mâ-sivâyı unutmasıdır. Öyle unutmalıdır ki, Allahü teâlâdan başka herhangi birşeyi kıl ucu kadar düşünürse, mâ-sivâdan kurtulmamış olur. [(Mâsivâ), bütün mahlûklar demekdir.] Kalbi mâ-sivâdan selâmet bulmuş, kurtulmuş olana müjdeler olsun! Kalbin selâmet bulması ve böylece nefsin itmînâna kavuşması için çok çalışmalıdır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ni’metidir ki, bunu dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir. Vesselâm.

Hâşâ zulm etmez hiç, kullarına Hüdâsı!
Herkesin çekdiği, kendi işinin cezâsı!
seyir

362. Mektub

Post by seyir »

362. Mektub

MEVZUU: Masivayı unutmak, bu tarikatta ilk edimdir. Çalışmak lâzımdır ki bu hususta kusur vaki olmaya.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Geda'ya yazmıştır.

Allah'a hamd eder, onun peygamberine ve peygamberinin keremli âline salât ve selâm eyleriz.

Hace Muhammed Geda kardeşe nasihattir:

İtikadı düzeltip fıkhi hükümleri de yerine getirdikten sonra; yüce Sultan Allah'nı zikrinde devam edile. Hem de hiç unutulmadan devam edile. Zikir, o şekilde istilâ etmeli ki, batında zikri edilen zattan başkası kalmaya. Zikri edilen zattan başkasına ilmi ve hubbi taalluk zail olup gitmelidir.

Üstte anlatıldığı gibi olduktan sonradır ki, kalb için, masivayı unutmak hasıl olur. Salik, gayrı görmekten ve onu idrakten kurtulur. Hatta, matlubda müstehlek ve müstağrak olur. Hem de daima.

Muamele ki, buraya ulaştı; bu Tarikat-ı Aliyye'de bir adım atılmış olur. Yerinde olur ki, bu ilk adımda kusurlu olmamaya çalışıla. Ve d.ahi, başkasını görmek esaretinde dahi kalınmaya.

Bir şiir:

Geliniz, ey kahramanlar toptan bu yana;

Ganimet var, hiçbir mani yok ondan yana.


***

Zahirde taallukatınız az görülmektedir. Lâkin, siz kendiniz; taalluk şevki ile kendinizi taalluk erbabından kılmaktasınız,

-Zarara razı olan, nazara müstai ırak olmaz, cümlesi mesel-i mukarreredir.

Vesselam.

***
seyir

167. Mektub

Post by seyir »

167. Mektub

Bu mektûb, Herdîram-ı Hinde yazılmışdır. Allahü teâlâya ibâdet etmeği ve kendi yapdığı tanrılara tapınmakdan sakınmağı dilemekdedir:

İki mektûbunuz geldi. İkisinde de, bu fakîrleri sevdiğiniz, bunlara sığındığınız yazılı idi. Bir kimseye bu devleti ihsân ederlerse ne büyük ni’met olur. Fârisî beyt tercemesi:

Bildirmesi lâzım olanı söyledim sana!
İster kıymetini bil, istersen darıl bana.


İyi dinle ve iyi anla ki, bizim ve sizin ve hattâ herşeyin, yerlerin, göklerin, yüksekliklerin, alçaklıkların yaratanı, varlıkda durduranı birdir. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Benzeri ve ortağı yokdur. Şekli ve görünüşü olmaz. Baba, çocuk değildir. Onun gibi, Ona benzer birşey düşünülemez. Onun birşey ile birleşmesi, bir şeyde bulunmasını düşünmek çok çirkin olur. Bir yerde bulunması, bir yerde görünmesi olamaz. Onda zemân yokdur. Zemânı O yaratmışdır. Bir yerde değildir. Heryeri O yaratmışdır. Hep var idi. Varlığının başlangıcı yokdur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Her iyilik ve yükseklik Onda vardır. Hiçbir kusûr ve aşağılık Onda olamaz. İşte bunun için, ma’bûd olmağa, tapınmağa hakkı olan yalnız Odur. Tapınmağa lâyık olan ancak Odur. Hindûların Râm ve Kerşen denilen putları, Onun yaratdığı şeylerden zevallı iki dânesidir. Her ikisinin de anası ve babası var idi. Râm, Ceretin oğlu ve Leknenin kardeşi idi. Sîtanın kocası idi. Râm, kendi çoluk çocuğunu koruyamamışdı. Başkalarını nasıl koruyabilir? İyi düşünmek lâzımdır. Câhillere uymamalıdır. Yerleri gökleri yaratana, Râm ve Kerşen gibi ismler takanlara milyonlarca yazıklar olsun! Bunların hâli, büyük bir pâdişâha, aşağı bir çöpçünün ismini takanlara benzemekdedir. Râm ile Rahmanı aynı şey sanmak, ne aklsızlıkdır? Yaratan, yaratdığı ile bir olur mu? Anlaşılamayan birşey, bilinen şeylere benzetilemez. Onlarla birleşemez. Râm ve Kerşen yaratılmadan önce, âlemlerin yaratanına Râm ve Kerşen denilmiyordu. Bunlar yaratıldıkdan sonra, ne oldu ki, o eşsiz olan ulu Allaha, Râm ve Kerşen denildi? Râm ve Kerşenin ismleri, yerlerin, göklerin sâhibinin adı sanıldı! Olamaz, olamaz, hiç olamaz! Gelip geçmiş olan, yüzyirmidörtbine yakın Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” insanları, yalnız bir yaratana ibâdet etmeğe çağırdılar. Ondan başkasına tapınmağı yasak etdiler. Bütün Peygamberler, kendilerinin âciz birer mahlûk olduklarını söylediler. Allahü teâlânın büyüklüğünden, kuvvetinden korkarlar ve titrerlerdi. Hindûların tapındıkları kimseler ise, herkesin, kendilerine tapınmasını istediler. Kendilerini ma’bûd olarak tanıtdılar. Bir yaratanın varlığına inanıyorlardı. Fekat, Onu kendilerine hulûl etmiş, kendileri ile birleşmiş sanıyorlardı. Bunun için, herkesin kendilerine tapınmasını istiyorlardı. Kendilerine tanrı diyorlardı. Her kötülüğü yapıyorlardı. Tanrı, her istediğini yapar ve yaratdığı şeyleri istediği gibi kullanır diyorlardı. Bunlar gibi, dahâ nice bozuk ve saçma sözleri vardı. Kendileri sapıtmış, başkalarını da sapdırmışlardı. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” böyle değildiler. Başkalarına yasak etdikleri kötülüklerden kendileri de ençok sakınırlardı. Kendilerinin de, herkes gibi insan olduklarını söylerlerdi. Fârisî mısra’ tercemesi:

Yollardaki ayrılığı gör! Nerden nereye?
seyir

303.Mektub

Post by seyir »

303.Mektub

Bu mektûb, müezzin hâcı Yûsüfe yazılmışdır. Ezân kelimelerinin ma’nâlarını bildirmekdedir:

Evvelâ Allahü teâlâya hamd ederim! Sevgili Peygamberine salevât eder, iyilikler dilerim! Biliniz ki, ezânın kelimeleri yedidir:

ALLAHÜ EKBER: Allahü teâlâ, büyükdür. Ona birşey lâzım değildir. Kullarının ibâdetlerine de muhtâc olmakdan büyükdür. İbâdetlerin, Ona hiç bir fâidesi yokdur. Bu mühim ma’nâyı, zihnlerde iyi yerleşdirmek için, bu kelime, dört kerre söylenir.

EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH: Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde, ibâdet olunmağa Ondan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbirşey Ona benzemez.

EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH: Muhammedin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, Onun gönderdiği Peygamberi olduğuna, Onun istediği ibâdetlerin yolunu bildirici olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak Onun bildirdiği, gösterdiği ibâdetlerin, yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım.

HAYYE ALESSALÂH, HAYYE ALELFELÂH: Mü’minleri, felâha, se’âdete, kurtuluşa sebeb olan, nemâza çağıran iki kelimedir.

ALLAHÜ EKBER: Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin Ona lâyık, yakışır olmasından, çok büyükdür, çok uzakdır.

LÂ İLÂHE İLLALLAH: İbâdete, karşısında alçalmağa müstehak olan, hakkı olan ancak Odur. Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla berâber, Ondan başka kimsenin ibâdet olunmağa hakkı yokdur.

Nemâzın şerefinin büyüklüğünü, onu herkese haber vermek için seçilmiş olan, bu kelimelerin büyüklüğünden anlamalıdır. Fârisî mısra’ tercemesi:

Senenin bereketi, behârından belli olur.

Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi, en üstünü hurmetine ve şerefine “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bizleri, istediğin gibi nemâz kılanlardan ve azâbından kurtulanlardan eyle! Âmîn.
seyir

342. Mektub

Post by seyir »

342. Mektub

MEVZUU: Bu dünya hayâtınd en faziletli metaın gam ve hüzün olduğu... Bu sofranın en güzel nimeti ise elem ve musibettir...

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Maden-ı Fazilet Şeyh Abdülhak Dehlevi'ye yazmıştır.

Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selam.

***

Ey Mükerrem Mahdum,

Elemler ve musibetler, her ne kadar ağır olsalar da; zira onlar, çekilen eziyetlerdir; lâkin onlarda ikram ümitleri vardır.

Bu dünya hayatının en güzel metaı da, gam ve hüzündür. Bu sofranın, ne kadar güzel nimetlidir o elem ve musibet... Bu, bir şekerdir ki; acı ince bir ilaç ktlıfına girmiştir. O şekerin tadını, saidlerin nazarı, bu hile yolundan almıştır. Bu acıyı da, şeker gibi yutarlar. Bu acılığı dahi, safralının aksine, ki o, tatlı bulamaz; şekerden daha tatlı bulurlar. Şu manadan ötürü ki, mahbubun bütün fiilleri tatlıdır. Ancak acıyı şu kimse bulur; Masiva ile alakadar olma illetine tutulmuştur. Halbuki saadet ehli, mahbudun elemlerinde öyle tatlılık bulur ki, onun benzerini nimetlerde dahi bulmak tasavvur edilemez. Aslında her ikisi de, her ne kadar mahbubdan gelmekte ise de, lâkin muhibbin nefsine elemden yana bir giriş yoktur. Nimetlerde ise, nefsin arzularının yerine gelmesi vardır.

Bir mısra:

Mübarek olsun, erbab-ı nimete erdikleri.

Allah'ın, bizi onların ecrinden mahrum bırakma; onlardan sonra da bizi fitneye düşürme.

***

Mübarek varlığınız, İslâm'ın gurbet vaktinde, ehl-i İslâm için bir ganimettir. Sübhan Allah, size selâm ihsan eyleyip baki kılsın. Vesselam...

***
seyir

39. Mektub

Post by seyir »

39. Mektub

Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazılmışdır. İş kalbdedir. Âdet olarak yapılan ibâdetlerin işe yaramıyacağı bildirilmekdedir:

Allahü teâlâ, kendinden başka şeylerden yüz çevirip, kendisine dönmek nasîb eylesin! İşin temeli kalbdir. Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise, yıkılmış demekdir. Bir işe yaramaz. Niyyet doğru olmadıkça, hayrlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç fâidesi olmaz. Kalbin selâmet bulması da ve Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmaması da lâzımdır. Hem, kalbin selâmeti, hem de bedenin sâlih işler yapması, birlikde lâzımdır. Beden sâlih ameller yapmaksızın, kalbim selâmetdedir, demek bâtıldır, boşdur. Kendini aldatmakdır. Bu dünyâda, bedensiz rûh olmadığı gibi, beden ibâdet yapmadan ve günâhlardan kaçınmadan, kalb, temiz olmaz. Zemânımızın birçok dinsizleri, sapıkları, ibâdet yapmayıp, kalblerinin selâmetde olduğunu, hattâ keşf sâhibi olduklarını söyleyip, saf müslimânları aldatıyor. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberinin sadakası olarak “aleyhissalâtü vesselâmü vettehıyye”, hepimizi böyle sapıklara inanmakdan korusun! Âmîn.
seyir

344. Mektub

Post by seyir »

344. Mektub

MEVZUU: Vaaz ve nasihattir.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Şerafeddin Hüseyin'e yazmıştır.

Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçmiş olduğu kullarına,

***

Ey Pek Değerli Oğul,

Fırsat, ganimettir; yerinde olur ki, ömrün tamamı, hiçbir şey olmayan işlere sarf edümeye. Asıl yerinde olan odur ki, ömrün tamamı, yüce Hakkın razı olduğu şeylere harcana...

Beş vakit namazı, gönül birliği ve cemaatle, tadil-i erkânına riayet edilerek kılınmalıdır.

Teheccüd namazının dahi, terk edilmemesi yerinde olur.

Seher vakitlerinde istiğfar etmek dahi, boş yere harcanıp bırakılmamalıdır.

Tavşan uykusuna yatıp kanmamalıdır.

Peşin nazlara dahi aldanmak yerinde olmaz.

Ölümü hatırlamak, ahiret hallerini düşünmek göz önünde tutulmalıdır.

Hulasa...

Dünyadan iraz edip ahirete dönük olmalıdır; dünya ile, ancak zaruret mikdarı meşgul olmalıdır. Sair vakitlerde dahi, ahiret işlerini yapmakla meşgul olmalıdır.

Hasıl-ı kelâm: Kalb ağyar boyunduruğundan halâs olmalıdır. Zahir dahi, şeriat hükümleri ile süslenip bezenmelidir.

Bir mısra:

İş budur, kalanı hayalât...

Kalan haller hayırdır; vesselam.

***
seyir

219. Mektub

Post by seyir »

219. Mektub

Bu mektûb, mirzâ Ebrece yazılmışdır. İnsan, câhil olduğu için, bedeninin hastalığını gidermeğe çalışmakdadır. Kalbin dünyâya düşkün olması hastalığından haberi bile olmadığı bildirilmekdedir:

Allahü teâlâ, sizi ayblardan, kusûrlardan korusun. Sizi lekeliyecek şeylerden, geçmiş ve gelecek bütün insanların en üstünü hurmetine “aleyhi ve alâ âlihi ve sahbihi ecma’în minessalevâti etemmühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” muhâfaza buyursun! Ey mes’ûd ve temiz kardeşim! İnsanın bedenine bir hastalık gelince ve uzvunda bozukluk olunca, o hastalığı gidermek ve o bozukluğu düzeltmek için, o kadar uğraşır da, kalb hastalığı kendisini sonsuz ölüme ve bitmez tükenmez azâblara sürüklediği hâlde, bu korkunç hastalıkdan kurtulmağı hiç düşünmemekdedir ve onu gidermek için hiç kıpırdamamakdadır. Kalbin hasta olması demek, Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olmasıdır. Eğer, kalbin bu tutulmasını hastalık bilmezse, çok alçak kimsedir. Eğer bilir de, aldırış etmezse, çok pisdir. Bu hastalığı anlamak için, (Akl-i mu’âd) lâzımdır. (Akl-ı me’âş), kısa görüşlü olduğundan, ancak, görünüşe bakar. Akl-i me’âş, dünyânın geçici lezzetlerine bakarak, kalb âfetlerini hastalık bile saymadığı gibi, akl-i mu’âd da, âhiretde verilecek sevâblara bakarak, bedendeki bozuklukları, hastalık saymaz. Akl-i me’âş, kısa görüşlü, akl-i mu’âd keskin görüşlüdür. Akl-i mu’âd, Peygamberlerde “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâda bulunur. Akl-i me’âşı, mala düşkün olanlar, dünyâya bağlı olanlar beğenir. Aradaki farkı düşünmelidir. Akl-i mu’âdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü düşünmek, âhıretde olacak şeyleri öğrenmek ve âhıret derdi ile şereflenmiş olanlarla birlikde bulunmakdır. Fârisî beyt tercemesi:

Aranılan hazînenin nişânını verdim sana,
belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.


Bedenin hastalığı, ahkâm-ı şer’ıyyenin yerine getirilmesini güçleşdirdiği gibi, kalb hastalığı da, islâmiyyete uymağı güçleşdirmekdedir. Şûrâ sûresi, onüçüncü âyetinde meâlen, (Müslimân olmalarını istemekliğin, kâfirlere çok güç gelmekdedir) ve Bekara sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Nemâz kılmak, ibâdet etmek, yalnız mü’minlere güç gelmez) buyuruldu. Görünen uzvların kuvvetden düşmesi, ibâdeti güçleşdirdiği gibi, kalbde îmânın za’îflemesi de güçleşdirmekdedir. Yoksa, islâmiyyetin her emrinde kolaylık vardır. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, size kolaylık yapmak istiyor, güçlük çıkarmak istemiyor) ve Nisâ sûresinin yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, emrlerinin hafîf olmasını diledi. Çünki, insanlar za’îf yaratıldı) buyuruldu. Bu iki âyet-i kerîme de, sözümüzü isbât etmekdedir. Fârisî mısra’ tercemesi:

Bir kimse kör ise, güneşin suçu ne?

Bunun için, bu hastalığı gidermek çok lâzımdır. Bunun mütehassısı olan hakîmlere sığınmak farz-ı ayndır. Resûl, ancak haber verir.
seyir

96. Mektub

Post by seyir »

96. Mektub

Bu mektûb, Muhammed Şerîfe yazılmış olup, ibâdetleri ve iyi işleri vaktinde yapmayıp, yarın yaparım, sonra yaparım diyenlerin aldandıklarını ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna, islâmiyyete yapışmak lâzım geldiğini bildirmekdedir:

Ey kıymetli oğlum! Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve râhatlığın bir arada bulunduğu bir zemândasın. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşduracak sebeblere yapışmağı, yarar işleri yapmağı, niçin yarına bırakıyorsun? İnsan ömrünün en iyi zemânı olan, gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve fâidelisi olan, sâhibin, yaratanın emrlerini yapmağa, Ona ibâdet etmeğe çalışmalı, islâmiyyetin yasak etdiği harâmlardan, şübhelilerden sakınmalıdır. Beş vakt nemâzı cemâ’at ile kılmağı elden kaçırmamalıdır. Nisâb mikdârı ticâret malı olan müslimânların, bir sene sonra zekât vermeleri emr olunmuşdur. Bunların, zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakîrlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört sâat içinde ibâdete, yalnız beş vakt ayırmış, ticâret eşyâsından ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlardan, tâm veyâ yaklaşık olarak ancak, kırkda birini fakîrlere vermeği emr buyurmuşdur. Birkaç şeyi harâm edip, çok şeyi mubâh etmiş, izn vermişdir.

O hâlde, yirmidört sâatde bir sâat tutmayan bir zemânı, Allahü teâlânın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkda birini müslimânların fakîrlerine vermemek ve sayılamıyacak kadar çok olan, mubâhları bırakıp da, harâm ve şübheli olana uzanmak, ne büyük inâd, ne derece insâfsızlık olur.

Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytânlarının saldırdığı bir zemândır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevâb verilir. İhtiyârlıkda dünyâ zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzûlara kavuşmak imkânı ve ümmîdleri kalmadığı zemânda, pişmânlıkdan, âh etmekden başka birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmânlık zemânı da, nasîb olmaz. Bu pişmânlık da, tevbe demekdir ve yine büyük bir ni’metdir. Çokları bu günlere kavuşamaz.

Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiği sonsuz azâblar, çeşidli acılar, elbette olacak, herkes cezâsını bulacakdır. İnsan ve cin şeytânları, bugün, Allahü teâlânın afvını, merhametini ileri sürerek aldatmakda, ibâdetleri yapdırmayıp, günâhlara sürüklemekdedir. Hâlbuki, iyi bilmeli ki, bu dünyâ, imtihân yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanları karışdırmışlar, hepsine merhamet etmişlerdir. Nitekim A’râf sûresi, yüzellibeşinci âyetinde meâlen, (Merhametim herşeyi içine almışdır) buyuruldu. Hâlbuki, kıyâmetde, düşmanları, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim, Yasîn sûresinde, (Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu haber vermekdedir. O gün, yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiç acınmıyacak, onlar muhakkak mel’ûn olacakdır. Nitekim, A’râf sûresinde, (O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmakdan ve günâh işlemekden kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberime “aleyhisselâm” inananlara mahsûsdur) meâlindeki âyet-i kerîme, böyle olduğunu göstermekdedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlânın rahmeti, (Ebrâr)a, ya’nî müslimânlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsûsdur. Evet, müslimânların, zerre kadar îmânı olanların hepsi sonunda hattâ, çok zemân Cehennemde kaldıkdan sonra bile, merhamete kavuşacakdır. Fekat rahmete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şartdır. Hâlbuki, günâhları işlemekle kalb kararınca ve Allahü teâlânın emrlerine ve harâmlarına ehemmiyyet verilmeyince, son nefesde îmân nûru, sönmeden nasıl geçebilir? Din büyükleri buyuruyor ki, (Küçük günâha devâm, büyük günâha sebeb olur. Büyük günâha devâm da insanı kâfir olmağa sürükler). Böyle olmakdan Allahü teâlâya sığınırız! Fârisî beyt tercemesi:

Az söyledim, dikkat etdim kalbini kırmamağa,
bilirim üzülürsün; yoksa sözüm çokdur sana.

Allahü teâlâ hepimizi beğendiği işleri yapmağa kavuşdursun! Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ve Onun kıymetli Âli ve Eshâbı hurmeti için düâmızı kabûl buyursun! Bu mektûbu size getiren Mevlânâ İshak, bu fakîrin tanıdıklarından ve muhlislerindendir. Eskiden beri komşuluk hakkı da vardır. Yardım isterse, esirgemezsiniz inşâallah. Yazısı ve inşâ kâbiliyyeti iyidir. Vesselâm.
Post Reply

Return to “Tasavvuf Yolu Nedir?”