Peygamber Resimlerini İslam Elçilerine Gösterilişi
Posted: 13 May 2010, 23:38
Hz. Ebu Bekir de, Rum Kayseri Herakliyus'u İslâmiyete davet etmek üzere,[76]
Hişam b. Âs el-Emevî'yi,[77]
Nuaym b. Abdullah'ı ,[78]
Ubâde b. Sâmit'i,[79]
Amr b.Âs'ı,
Adiyy b. Ka'b'ı
gönderdi.[80] Gönderilen elçilerden bazıları, bu husustaki anılarını şöyle anlatmışlardır:
"Rum hükümdarını İslâmiyete davet edelim diye, hayvanlarımıza binip yola çıktık. Dımaşk'a vardık.
O zaman, Şam ülkesi, Herakliyus adına, Cebele b. Eyhemü'l-Gassânî'nin idaresinde idi.
Şam'a girmek için izin istedik, izin verildi.
Cebele, bize bakınca, hoşlanmadı. Emretti, bir tarafa çekilip oturduk. Kendisi ise, özel minderde, ileri gelen adamlarıyla birlikte oturmakta idi.[81]
Bizimle konuşmak ve söyleyeceklerimizi kendisine eriştirmek üzere, bize bir adam gönderdi.
'Vallahi, biz hiçbir zaman elçi ile konuşmayız! Biz ancak hükümdara gönderildik!' dedik.[82]
Elçi, gidip bunu anlatınca, Cebele oturduğu minderden inip başka bir mindere oturdu.
Bizim yanına kadar gelmemize izin verdi.[83]
Cebele'nin üzerinde kara, kaba bir elbise vardı. [84]
Çevresine bakıldığı zaman, herşeyin de kapkara olduğu görülüyordu."[85] Cebeleye:
"Senin şu kara, kaba giymenin sebebi nedir?" diye sorulunca,[86] Cebele:
"Sizi bütün Şam'dan,[87] beldelerimden[88] çıkarıp giderinceye kadar, bunu adak olarak giyeceğim ve üzerimden çıkarmayacağım!" dedi.[89]
İslâm elçileri:
"Sen biraz yumuşak davran ve acele etme![90]
Vallahi, sen şu oturduğun yerden bizi menedinceye kadar, biz onu muhakkak senden alacağız![91] Vallahi, biz burayı inşaallah senden de, en büyük kraldan da alacağız! Bunu, bize Peygamberimiz (a.s.) haber verdi!" dediler.[92]
Cebele İslâm elçilerinin konuşmak istediklerini konuşmalarına "Konuşunuz!" diye izin verince,[93] Hişam b. Âs konuşmaya başlayıp onu Allah'a imana davet etti,[94] İslâm iyete davet etti.[95]
Ubâde b. Sâmit der ki:
"Biz, onu böylece Allah'a imana ve İslâmiyete davet ettikse de, hayra ermeyi kabul etmedi.[96]
Cebele:
'Demek, siz Sümerâsınız ha?' dedi.
Ona:
'Sümerâ, ne demek?' diye sorduk.
Cebele:
'Siz onlar değilsiniz!' dedi.
Ona:
'Ya kimlermiş onlar?' diye sorduk.
Cebele:
'Onlar, geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan bir kavimdir!' dedi.
Biz de:
'Vallahi, biz onlanz![97] Geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutarız1 dedik.[98]
Cebele:
'Sizin namazınız nasıldır?' diye sordu.
Kendisine namazımızı tarif ettik.[99]
Cebele:
'Sizin orucunuz nasıldır?' diye sordu.
Ona orucumuzu da tarif ettik. [100]
Cebele bize daha başka şeyler hakkında da sorular sordu.
Sorularının cevaplarını verdiğimiz zaman,[101] Allah bilir ki,[102] yüzünü kara bürüdü, yüzü kapkara oldu,[103] tencere karasına döndü.[104] Azarlandık.[105]
Bize:
'Kalkın!' dedi.[106]
Krala gönderilmemizi, adamlarına emretti.[107]
Bizi, elçiler ve kılavuzlarla birlikte Rum kralına yolladı.[108]
Kostantiniyyeye [İstanbul'a] yaklaştık.[109] Şehrin kapısına vardık.[110] Hayvanlarımızın üzerinde olduğumuz halde, sarıklarımızı ve kılıçlarımızı düzenledik.[111]
Bizimle birlikte gelen elçi:
'Şu hayvanlarınız kralın şehrine sokulmaz![112]
Size, isterseniz katırlar, isterseniz eğerli ve uysal atlar getireyim,[113] getirelim.[114] Sizi eğerli, uysal atlara ve katırlara bindirelim.[115]
Eğerli uysal atlar ve katıriar getirinceye kadar, siz burada durup bekleyin' dedi. [116]
Biz:
'Hayır![117] Vallahi, biz bulunduğumuz gibi,[118] hayvanlarımızın üzerinde olmadıkça,[119] buraya girmeyiz!' dedik.[120]
Kaysere:
'Onlar şehre atlar ve katırlar üzerinde girmeyi kabul etmiyorlar!?' diye haber göndendiler.[121]
Kayser 'Onların yollarını açın!'[122] diyerek şehre hayvanlarımızın üzerinde girmemize emir,[123] izin verince,[124] hemen kılıçlarımızı kuşandık, hayvanlarımıza bindik.[125]
Sarıklarımızı sarınmış, kılıçlarımızı kuşanmış olarak, hayvanlarımızın üzerinde şehre girdik.[126]
Kostantiniyye (İstanbul) halkı, bizi böyle, sarıklarımıza sarınmış, kılıçlarımızı kuşanmış olduğumuz halde hayvanlarımızın üzerinde görünce, şaşırdılar.[127]
Kayserin sarayının kapısına kadarvardık.[128]
Hayvanlarımızı sarayın duvarının dibinde ıhdırdık.[129]
Kayser o sırada sarayının yüksek bir odasında oturuyor ve bize bakıyor, yanında da kumandanlar ve Rum ileri gelenleri bulunuyordu.
Başımızı kaldırıp yüksek sesle:
'Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber!' diyerek tekbir getirdik.
Allah bilir ki, bütün saray, rüzgârın hurma ağacını salladığı gibi sallandın[130]
Kayser, bize:
'Dininizi[131] bana böyle[132] kapımda[133] açıklamanız sizin için uygun değildir!1 diyerek acele haber gönderdiği gibi;
'İçeri girin!' diye de haber gönderdi.[134]
Kayserin yanına girdik.[135]
Kayser, kendisine mahsus yüksek bir minderde oturuyordu. Meclisindeki, çevresindeki herşey kırmızı, üzerindeki elbise de kırmızı idi.
Kumandanlar ve Rum ileri gelenleri de yanında bulunuyordu.[136]
Kendisine söylemek istediğimiz şeyi elçiye söylememizi isteyince:
'Hayır! Vallahi, biz elçi ile konuşmayız!
Biz, ancak krala gönderildik!
Eğersen bizim seninle konuşmamızı istiyorsan, bize izin ver, seninle konuşalım' dedik.[137]
Selam vermeden, yanına girdik.[138]
'Lâ ilahe illallah!' dedik.
Allah bilir ki, saray sallandı!
Hatta, Kayser ve adamları, başlarını kaldırdılar.[139]
O sırada, Kayserin yanında, açık ve güzel Arapça bilen bir adam bulunuyordu.[140]
O, bize:
'Oturunuz!1 diye işaret edince, bir tarafa çekilip oturduk.[141]
Kayser, gülerek: [142]
'Beni aranızdaki selamla selamlamaktan sizi meneden nedir?[143]
Peygamberinizi selamladığınız selamla beni selamlamaktan sizi men eden nedir?1 diye sordu.[144]
'Sizin beni aranızdaki selamınızla selamlamanız gerekmez mi idi?1 dedi.[145]
Ona:
'Bizim seni aramızdaki selamımızla selamlamamız sana, senin selamlandığın selamla selamlamamız da bize helâl olmaz![146]
Ne bizim peygamberimizi selamladığımız selamla seni selamlamamız sana helâl olur, ne de senin selamlandığın selamla seni selamlamamız bize helâl olur' dedik.[147]
Kral:
'Sizin aranızdaki selamınız nasıldır?1 diye sordu.[148]
'Esselâmü aleyke'dir!'[149]
'Esselâmü aleyküm'dür![150] Cennetliklerin selamıdır' dedik.[151]
Kral, bize:
'Siz peygamberinizi de mi bununla selamlarsınız?1 diye sordu.
'Evet!' dedik.[152]
Kral:
'Hükümdarlarınızı nasıl selamlarsınız?' diye sordu.
'Bununla selamlarız1 dedik.[153]
Kral:
'Size verilen selama da mı bununla karşılık verirsiniz?' diye sordu.
'Evet,[154] bununla![155] Böyle! dedik.[156]
Kral:
İçinizden, peygamberinize herhangi bir şeyde vâris olan var mı?' diye sordu.
'Yoktur! Bir kimse, ölünce vârisini veya yakınını bırakır; vârisi veya yakını, ona vâris olur. Fakat, Peygamberimize bizden, hiçbir şeyde vâris olan olmamıştır!' dedik.[157]
Kral:
'Hükümdarınızda da, hal böyle midir?' diye sordu.
'Evet!' dedik.[158]
Kayser:
'Sizi katınızda, en büyük kelâmınız nedir?' diye sordu.[159]
'Lâ ilahe illallâh![160] Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber!' dedik.[161]
Deyince, saray tekrar sallandı!
Kayser gözlerini açtı, tavana doğru baktı ve:
'Siz bu kelimeyi söyleyince, oda sallandı ha?!' dedi.
'Evet!' dedik.[162]
Kayser:
'Siz bunu düşmanlarınızın beldelerinde söylediğiniz zaman, tavanları sallanır mı?' diye sordu.
'Hayır!' dedik.
Kayser:
'Siz bunu kendi beldelerinizde söyleyince, tavanlarınız sallanır mı?' diye sordu.
Biz:
'Hayır! Biz bunun böyle yaptığını hiç görmedik! O bu şeyi ancak senin yanında yaptı.[163] O, bize öğütten başka birşey olamaz!' dedik.
Kayser, yanında oturanlara dönerek: [164]
'Ne güzel doğru söz!' dedi[165] ve:
'Siz, şehirleri fethettiğiniz sıralarda ne dersiniz?' diye sordu.
'Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber, deriz' dedik.
Kayser:
'Lâ ilahe illallah dediğinizde,[166] O'nunla birlikte ortak yok![167] O'nunla birlikte hiçbir şey yok; [168]
Vallâhu ekber dediğinizde de, Allah herşeyden büyüktür![169] O'ndan daha büyük birşey yok! Onun eni boyu yok,[170] demek istiyorsunuzdur herhalde?1 dedi.
'Evet!' dedik.[171]
Kayser bize birtakım şeyler daha sorduktan ve cevaplarını aldıktan sonra:
'Sizin namazınız ve orucunuz nasıldır?' diye sordu.
Bunları da kendisine anlattık.[172]
Kayser bizim güzel, büyük bir yerde ağırlanmamız için, ilgililere emir verdi ve bize de: 'Kalkınız!' dedi.[173]
Orada üç gün kaldık.[174]
Kayserin, sabah ve akşam, bize lütuf ve ikramları geldi.[175]
Kayser geceleyin bize haber gönderdi. Yanına girdik. Kendisinin yanında hiç kimse yoktu.[176]
Kayser oturmamızı emretti, oturduk. [177]
Kendisine söylemiş olduğumuz sözleri tekrarlamamızı istedi, onları tekrarladık. [178]
Kayser hizmetçisini çağırıp ona birşey söyledi.
Hazırlattığı ,[179] büyük ve altın işlemeli, dör tköşe çekmece gibi birşeyi getirtti.
Çekmecenin birçok küçük ve kilitli gözleri vardı. [180]
Kayser, gözlerden birisini açtı. Oradan, siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı.
Bezin üzerinde, ak benizli, yüzü ayın ondördü gibi parlak,[181] uzun boylu, çok saçlı,[182] saçı iki bölük halinde örgülü,[183] büyük gözlü,[184] uzun boyunlu, [185] kalın baldırlı,[186] sakalsız[187] bir insan resmi vardı.
Kayser, bize:
'Bunu tanıyor musunuz?1 diye sordu. Biz:
'Hayır!' dedik. Kayser:
'Bu, Âdem'dir!1 dedi. Onu çıkardığı yere koydu.
Sonra, başka bir göz açtı. İçinden siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı. Üzerinde, ak benizli,[188] çok saçlı, hüzünlü, kederli, güzel yüzlü,[189] güzel sakallı,[190] büyük başlı, kıvırcık saçlı, kalın baldırlı, gözlerinde kırmızılık bulunan,[191] büyük gözlü, iki omzunun arası geniş olan[192] bir insan resmi vardı.
Kayser, bize:
'Bunu tanıyor musunuz?1 diye sordu.
Biz:
'Hayır!' dedik.
Kayser:
'Bu, Nuh'tur!' dedi.[193]
Kayser, onu da çıkardığı yere koydu.
Sonra, başka bir göz açtı. Gözün içinden, siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı. Bezin üzerinde, ak tenli, ak sakallı,[194] ak saçlı, güzel gözlü, açık alınlı, uzunca yanaklı,[195] güzel yüzlü,[196] gülümser gibi bir zâtın resmi vardı.
Kayser, bize:
'Bunu tanıyor musunuz?1 diye sordu.
Biz:
'Hayır!' dedik.
Kayser:
'Bu, İbrahim'dir!' dedi.[197]
Kayser onu da çıkardığı yere koydu.
Sonra, başka bir göz açtı. Gözün içinden, siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı.
Bezin üzerine, aktenli bir insan resmi çizilmiş olup,[198] Peygamberimiz Muhammed (a.s.)a göre çizilmişti.[199]
Ona bakınca,[200] kendi kendimize:
'Peygamberimiz Muhammed (a.s.)![201] Vallahi, Resûlullah (a.s.)!'[202] dedik[203] ve ağladık.[204] Kayser 'Size ne oluyor?![205] Siz bunu tanıyor musunuz?' diye sordu.[206]
Biz:
'Evet![207] Bu, bizim peygamberimiz Muhammed (a.s.)ın resmidir!' dedik.[208]
Kayser:
'Size Allah adına,[209] dininiz adına and veriyorum![210] Bu, sizin peygamberinizin resmidir' dedi.
Biz:
'Evet! Bu, peygamberimizin resmidir![211] Allah ve dinimiz adına yemin ederiz ki; bu, peygamberim-izdir![212]
Sanki onu sağ olarak görür gibiyiz![213]
Sanki ona sağ olduğu halde bakıyor gibiyiz!1 dedik.[214]
Allah bilir, Kayser ayağa kalktı, sonra oturdu ve:
'Allah aşkına! Bu, gerçekten o mudur?' dedi.
Biz:
'Evet! Gerçekten odur. Sanki biz ona bakıyor gibiyiz!1 dedik.
Kayser ona bir müddet baktı durdu.[215]
Sonra da:
'Bu resim, gözlerin en sonuncusunda idi. Fakat, ben onun üzerinizde ne etki yapacağını[216] bileyim,[217] göreyim diye, çıkarıp göstermekte acele ettim1 dedi. Sonra da, onu çıkardığı yere koydu."[218]
Kaynak : M.Asım Köksal Hz.Muhammed ve İslamiyet
Hişam b. Âs el-Emevî'yi,[77]
Nuaym b. Abdullah'ı ,[78]
Ubâde b. Sâmit'i,[79]
Amr b.Âs'ı,
Adiyy b. Ka'b'ı
gönderdi.[80] Gönderilen elçilerden bazıları, bu husustaki anılarını şöyle anlatmışlardır:
"Rum hükümdarını İslâmiyete davet edelim diye, hayvanlarımıza binip yola çıktık. Dımaşk'a vardık.
O zaman, Şam ülkesi, Herakliyus adına, Cebele b. Eyhemü'l-Gassânî'nin idaresinde idi.
Şam'a girmek için izin istedik, izin verildi.
Cebele, bize bakınca, hoşlanmadı. Emretti, bir tarafa çekilip oturduk. Kendisi ise, özel minderde, ileri gelen adamlarıyla birlikte oturmakta idi.[81]
Bizimle konuşmak ve söyleyeceklerimizi kendisine eriştirmek üzere, bize bir adam gönderdi.
'Vallahi, biz hiçbir zaman elçi ile konuşmayız! Biz ancak hükümdara gönderildik!' dedik.[82]
Elçi, gidip bunu anlatınca, Cebele oturduğu minderden inip başka bir mindere oturdu.
Bizim yanına kadar gelmemize izin verdi.[83]
Cebele'nin üzerinde kara, kaba bir elbise vardı. [84]
Çevresine bakıldığı zaman, herşeyin de kapkara olduğu görülüyordu."[85] Cebeleye:
"Senin şu kara, kaba giymenin sebebi nedir?" diye sorulunca,[86] Cebele:
"Sizi bütün Şam'dan,[87] beldelerimden[88] çıkarıp giderinceye kadar, bunu adak olarak giyeceğim ve üzerimden çıkarmayacağım!" dedi.[89]
İslâm elçileri:
"Sen biraz yumuşak davran ve acele etme![90]
Vallahi, sen şu oturduğun yerden bizi menedinceye kadar, biz onu muhakkak senden alacağız![91] Vallahi, biz burayı inşaallah senden de, en büyük kraldan da alacağız! Bunu, bize Peygamberimiz (a.s.) haber verdi!" dediler.[92]
Cebele İslâm elçilerinin konuşmak istediklerini konuşmalarına "Konuşunuz!" diye izin verince,[93] Hişam b. Âs konuşmaya başlayıp onu Allah'a imana davet etti,[94] İslâm iyete davet etti.[95]
Ubâde b. Sâmit der ki:
"Biz, onu böylece Allah'a imana ve İslâmiyete davet ettikse de, hayra ermeyi kabul etmedi.[96]
Cebele:
'Demek, siz Sümerâsınız ha?' dedi.
Ona:
'Sümerâ, ne demek?' diye sorduk.
Cebele:
'Siz onlar değilsiniz!' dedi.
Ona:
'Ya kimlermiş onlar?' diye sorduk.
Cebele:
'Onlar, geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan bir kavimdir!' dedi.
Biz de:
'Vallahi, biz onlanz![97] Geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutarız1 dedik.[98]
Cebele:
'Sizin namazınız nasıldır?' diye sordu.
Kendisine namazımızı tarif ettik.[99]
Cebele:
'Sizin orucunuz nasıldır?' diye sordu.
Ona orucumuzu da tarif ettik. [100]
Cebele bize daha başka şeyler hakkında da sorular sordu.
Sorularının cevaplarını verdiğimiz zaman,[101] Allah bilir ki,[102] yüzünü kara bürüdü, yüzü kapkara oldu,[103] tencere karasına döndü.[104] Azarlandık.[105]
Bize:
'Kalkın!' dedi.[106]
Krala gönderilmemizi, adamlarına emretti.[107]
Bizi, elçiler ve kılavuzlarla birlikte Rum kralına yolladı.[108]
Kostantiniyyeye [İstanbul'a] yaklaştık.[109] Şehrin kapısına vardık.[110] Hayvanlarımızın üzerinde olduğumuz halde, sarıklarımızı ve kılıçlarımızı düzenledik.[111]
Bizimle birlikte gelen elçi:
'Şu hayvanlarınız kralın şehrine sokulmaz![112]
Size, isterseniz katırlar, isterseniz eğerli ve uysal atlar getireyim,[113] getirelim.[114] Sizi eğerli, uysal atlara ve katırlara bindirelim.[115]
Eğerli uysal atlar ve katıriar getirinceye kadar, siz burada durup bekleyin' dedi. [116]
Biz:
'Hayır![117] Vallahi, biz bulunduğumuz gibi,[118] hayvanlarımızın üzerinde olmadıkça,[119] buraya girmeyiz!' dedik.[120]
Kaysere:
'Onlar şehre atlar ve katırlar üzerinde girmeyi kabul etmiyorlar!?' diye haber göndendiler.[121]
Kayser 'Onların yollarını açın!'[122] diyerek şehre hayvanlarımızın üzerinde girmemize emir,[123] izin verince,[124] hemen kılıçlarımızı kuşandık, hayvanlarımıza bindik.[125]
Sarıklarımızı sarınmış, kılıçlarımızı kuşanmış olarak, hayvanlarımızın üzerinde şehre girdik.[126]
Kostantiniyye (İstanbul) halkı, bizi böyle, sarıklarımıza sarınmış, kılıçlarımızı kuşanmış olduğumuz halde hayvanlarımızın üzerinde görünce, şaşırdılar.[127]
Kayserin sarayının kapısına kadarvardık.[128]
Hayvanlarımızı sarayın duvarının dibinde ıhdırdık.[129]
Kayser o sırada sarayının yüksek bir odasında oturuyor ve bize bakıyor, yanında da kumandanlar ve Rum ileri gelenleri bulunuyordu.
Başımızı kaldırıp yüksek sesle:
'Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber!' diyerek tekbir getirdik.
Allah bilir ki, bütün saray, rüzgârın hurma ağacını salladığı gibi sallandın[130]
Kayser, bize:
'Dininizi[131] bana böyle[132] kapımda[133] açıklamanız sizin için uygun değildir!1 diyerek acele haber gönderdiği gibi;
'İçeri girin!' diye de haber gönderdi.[134]
Kayserin yanına girdik.[135]
Kayser, kendisine mahsus yüksek bir minderde oturuyordu. Meclisindeki, çevresindeki herşey kırmızı, üzerindeki elbise de kırmızı idi.
Kumandanlar ve Rum ileri gelenleri de yanında bulunuyordu.[136]
Kendisine söylemek istediğimiz şeyi elçiye söylememizi isteyince:
'Hayır! Vallahi, biz elçi ile konuşmayız!
Biz, ancak krala gönderildik!
Eğersen bizim seninle konuşmamızı istiyorsan, bize izin ver, seninle konuşalım' dedik.[137]
Selam vermeden, yanına girdik.[138]
'Lâ ilahe illallah!' dedik.
Allah bilir ki, saray sallandı!
Hatta, Kayser ve adamları, başlarını kaldırdılar.[139]
O sırada, Kayserin yanında, açık ve güzel Arapça bilen bir adam bulunuyordu.[140]
O, bize:
'Oturunuz!1 diye işaret edince, bir tarafa çekilip oturduk.[141]
Kayser, gülerek: [142]
'Beni aranızdaki selamla selamlamaktan sizi meneden nedir?[143]
Peygamberinizi selamladığınız selamla beni selamlamaktan sizi men eden nedir?1 diye sordu.[144]
'Sizin beni aranızdaki selamınızla selamlamanız gerekmez mi idi?1 dedi.[145]
Ona:
'Bizim seni aramızdaki selamımızla selamlamamız sana, senin selamlandığın selamla selamlamamız da bize helâl olmaz![146]
Ne bizim peygamberimizi selamladığımız selamla seni selamlamamız sana helâl olur, ne de senin selamlandığın selamla seni selamlamamız bize helâl olur' dedik.[147]
Kral:
'Sizin aranızdaki selamınız nasıldır?1 diye sordu.[148]
'Esselâmü aleyke'dir!'[149]
'Esselâmü aleyküm'dür![150] Cennetliklerin selamıdır' dedik.[151]
Kral, bize:
'Siz peygamberinizi de mi bununla selamlarsınız?1 diye sordu.
'Evet!' dedik.[152]
Kral:
'Hükümdarlarınızı nasıl selamlarsınız?' diye sordu.
'Bununla selamlarız1 dedik.[153]
Kral:
'Size verilen selama da mı bununla karşılık verirsiniz?' diye sordu.
'Evet,[154] bununla![155] Böyle! dedik.[156]
Kral:
İçinizden, peygamberinize herhangi bir şeyde vâris olan var mı?' diye sordu.
'Yoktur! Bir kimse, ölünce vârisini veya yakınını bırakır; vârisi veya yakını, ona vâris olur. Fakat, Peygamberimize bizden, hiçbir şeyde vâris olan olmamıştır!' dedik.[157]
Kral:
'Hükümdarınızda da, hal böyle midir?' diye sordu.
'Evet!' dedik.[158]
Kayser:
'Sizi katınızda, en büyük kelâmınız nedir?' diye sordu.[159]
'Lâ ilahe illallâh![160] Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber!' dedik.[161]
Deyince, saray tekrar sallandı!
Kayser gözlerini açtı, tavana doğru baktı ve:
'Siz bu kelimeyi söyleyince, oda sallandı ha?!' dedi.
'Evet!' dedik.[162]
Kayser:
'Siz bunu düşmanlarınızın beldelerinde söylediğiniz zaman, tavanları sallanır mı?' diye sordu.
'Hayır!' dedik.
Kayser:
'Siz bunu kendi beldelerinizde söyleyince, tavanlarınız sallanır mı?' diye sordu.
Biz:
'Hayır! Biz bunun böyle yaptığını hiç görmedik! O bu şeyi ancak senin yanında yaptı.[163] O, bize öğütten başka birşey olamaz!' dedik.
Kayser, yanında oturanlara dönerek: [164]
'Ne güzel doğru söz!' dedi[165] ve:
'Siz, şehirleri fethettiğiniz sıralarda ne dersiniz?' diye sordu.
'Lâ ilahe illallâhu vallâhu ekber, deriz' dedik.
Kayser:
'Lâ ilahe illallah dediğinizde,[166] O'nunla birlikte ortak yok![167] O'nunla birlikte hiçbir şey yok; [168]
Vallâhu ekber dediğinizde de, Allah herşeyden büyüktür![169] O'ndan daha büyük birşey yok! Onun eni boyu yok,[170] demek istiyorsunuzdur herhalde?1 dedi.
'Evet!' dedik.[171]
Kayser bize birtakım şeyler daha sorduktan ve cevaplarını aldıktan sonra:
'Sizin namazınız ve orucunuz nasıldır?' diye sordu.
Bunları da kendisine anlattık.[172]
Kayser bizim güzel, büyük bir yerde ağırlanmamız için, ilgililere emir verdi ve bize de: 'Kalkınız!' dedi.[173]
Orada üç gün kaldık.[174]
Kayserin, sabah ve akşam, bize lütuf ve ikramları geldi.[175]
Kayser geceleyin bize haber gönderdi. Yanına girdik. Kendisinin yanında hiç kimse yoktu.[176]
Kayser oturmamızı emretti, oturduk. [177]
Kendisine söylemiş olduğumuz sözleri tekrarlamamızı istedi, onları tekrarladık. [178]
Kayser hizmetçisini çağırıp ona birşey söyledi.
Hazırlattığı ,[179] büyük ve altın işlemeli, dör tköşe çekmece gibi birşeyi getirtti.
Çekmecenin birçok küçük ve kilitli gözleri vardı. [180]
Kayser, gözlerden birisini açtı. Oradan, siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı.
Bezin üzerinde, ak benizli, yüzü ayın ondördü gibi parlak,[181] uzun boylu, çok saçlı,[182] saçı iki bölük halinde örgülü,[183] büyük gözlü,[184] uzun boyunlu, [185] kalın baldırlı,[186] sakalsız[187] bir insan resmi vardı.
Kayser, bize:
'Bunu tanıyor musunuz?1 diye sordu. Biz:
'Hayır!' dedik. Kayser:
'Bu, Âdem'dir!1 dedi. Onu çıkardığı yere koydu.
Sonra, başka bir göz açtı. İçinden siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı. Üzerinde, ak benizli,[188] çok saçlı, hüzünlü, kederli, güzel yüzlü,[189] güzel sakallı,[190] büyük başlı, kıvırcık saçlı, kalın baldırlı, gözlerinde kırmızılık bulunan,[191] büyük gözlü, iki omzunun arası geniş olan[192] bir insan resmi vardı.
Kayser, bize:
'Bunu tanıyor musunuz?1 diye sordu.
Biz:
'Hayır!' dedik.
Kayser:
'Bu, Nuh'tur!' dedi.[193]
Kayser, onu da çıkardığı yere koydu.
Sonra, başka bir göz açtı. Gözün içinden, siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı. Bezin üzerinde, ak tenli, ak sakallı,[194] ak saçlı, güzel gözlü, açık alınlı, uzunca yanaklı,[195] güzel yüzlü,[196] gülümser gibi bir zâtın resmi vardı.
Kayser, bize:
'Bunu tanıyor musunuz?1 diye sordu.
Biz:
'Hayır!' dedik.
Kayser:
'Bu, İbrahim'dir!' dedi.[197]
Kayser onu da çıkardığı yere koydu.
Sonra, başka bir göz açtı. Gözün içinden, siyah ipekli bir bez parçası çıkarıp yaydı.
Bezin üzerine, aktenli bir insan resmi çizilmiş olup,[198] Peygamberimiz Muhammed (a.s.)a göre çizilmişti.[199]
Ona bakınca,[200] kendi kendimize:
'Peygamberimiz Muhammed (a.s.)![201] Vallahi, Resûlullah (a.s.)!'[202] dedik[203] ve ağladık.[204] Kayser 'Size ne oluyor?![205] Siz bunu tanıyor musunuz?' diye sordu.[206]
Biz:
'Evet![207] Bu, bizim peygamberimiz Muhammed (a.s.)ın resmidir!' dedik.[208]
Kayser:
'Size Allah adına,[209] dininiz adına and veriyorum![210] Bu, sizin peygamberinizin resmidir' dedi.
Biz:
'Evet! Bu, peygamberimizin resmidir![211] Allah ve dinimiz adına yemin ederiz ki; bu, peygamberim-izdir![212]
Sanki onu sağ olarak görür gibiyiz![213]
Sanki ona sağ olduğu halde bakıyor gibiyiz!1 dedik.[214]
Allah bilir, Kayser ayağa kalktı, sonra oturdu ve:
'Allah aşkına! Bu, gerçekten o mudur?' dedi.
Biz:
'Evet! Gerçekten odur. Sanki biz ona bakıyor gibiyiz!1 dedik.
Kayser ona bir müddet baktı durdu.[215]
Sonra da:
'Bu resim, gözlerin en sonuncusunda idi. Fakat, ben onun üzerinizde ne etki yapacağını[216] bileyim,[217] göreyim diye, çıkarıp göstermekte acele ettim1 dedi. Sonra da, onu çıkardığı yere koydu."[218]
Kaynak : M.Asım Köksal Hz.Muhammed ve İslamiyet