Dengede Kalalım Derken…
Posted: 08 May 2010, 13:09
Ali YURTGEZEN 128. Sayı/Semerkand Dergisi
İnançla, akaitle ilgili konularda ılımlı, uzlaşmacı ve tavizkâr bir tavır, ucu küfre kadar varan bir zulümdür.
Hayır ile şer, hak ile batıl, helal ile haram arasında “orta yol” bulmaya çalışmak itidal değildir. Böyle yapmak hayrı, hakkı ve helali; şer, batıl ve haramla denkleştirmek demektir ki, bu büyük adaletsizliktir.
Adalete, hakka, hakikate rağmen doğru bir denge kurulamadığı için de bu hal, itidal olmak bir yana, tam bir aşırılık örneğidir.
İslâm’ın sınırları vardır. Sınırların ötesi aşırılıktır. İfrat ve tefrittir. Çokluğun ve azlığın olmadığı, her şeyin yerli yerinde olma durumu ise itidaldir. Yani denge, sağlam bir duruş ve kararlılık... İşte bu istikamettir.
Tehlikeyi Nasıl Bilirsiniz?
Hicret’ten yarım asır sonrası. Emeviler devridir. Halid b. Velid r.a.’ın oğlu Abdurrahman komutasındaki İslâm ordusu Bizans önlerindedir. Müslümanların Konstantiniyye’yi yani İstanbul’u ilk kuşatmasıdır bu. Vahiy kâtiplerinden, mihmandâr-ı Nebî olma şerefini kazanmış, büyük sahabi Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. da hayli ilerlemiş yaşına rağmen mücahitler arasındadır. Sırtını müstahkem surlara dayamış kalabalık Bizans savunmacıları kuşatmayı kırmak için hamle yapmamakta, fakat müslümanların bulundukları siperlerden çıkmasına da müsaade etmemektedirler. Bir sinir harbi yapılmaktadır adeta. Siperdeki genç müslümanlardan biri artık daha fazla tahammül edemez; yerinden fırlar, yalın kılıç hücuma kalkar Bizans ordusunun üzerine doğru. Arkadaki mücahitlerin “Geri dön!” çağrılarına, “Ne yapıyorsun sen?” itirazlarına rağmen ilerler ve kısa bir müddet sonra şehit olur.
Siperdeki müslümanların bir kısmı bu davranışı yanlış bulur. Gencin heyecana kapılarak aşırı gittiğini, bile bile kendini ateşe attığını düşünürler. Bakara suresinin 195. ayetindeki “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” ibaresini birbirlerine hatırlatarak, haklılıklarını Kur’an’a dayandırmak isterler.
Bu kuşatmanın sonlarına doğru şehadet mertebesine ulaşacak olan Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. müdahale eder ve “Durun bakalım” der; “Bu ayet Ensar’dan müslümanlar için indi. Allah bu dini kuvvetlendirip yardımcılarını çoğaltınca, biz, ‘artık mallarımızla ve onların ıslahıyla meşgul olarak eksilenleri telafi etsek’ demiştik. Bunun üzerine, ‘Allah yolunda infak edin; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun, zira Allah ihsan edip güzel davrananları sever.’ mealindeki ayet nazil oldu. İnsanın kendini tehlikeye atması, Allah yolundaki bir azimetten geri durmasındadır. Asıl tehlike şu veya bu gerekçe ile cihadı terk etmektir.”
Bazen ölüm de dahil her türlü dünyevî riski göze almak gerekebilir. Böyle kahramanlıklar, ilâhi ölçü ve maksat gözetilmek kaydıyla, kendimizi tehlikeye atmak değildir. Dünyayı gereğinden fazla ciddiye alıp ahireti hesaba katmayan insanların emniyet zannettikleri çoğu tutumda tehlike; aşırılık veya tehlike gibi gördükleri tutumlarda da emniyet vardır.
Bugün “Kendimizi tehlikeye atmak” deyince hâlâ bu dünyaya, dünyadaki varlığımıza veya dünya hayatımıza zarar veren bir davranışı anlıyoruz. Oysa bu durum Türkçe’de “kendini ateşe atmak” deyimiyle karşılanıyor ve ateş kelimesi, mecazen herhangi bir dünyevî tehlikeyi değil, doğrudan doğruya cehennemi, ahiretteki azabı ifade ediyor. Kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye yahut ateşe atmak, geçici bir dünya uğruna ilâhi sorumluluklarımızı ihmal ederek, Allah’ın koyduğu sınırları dikkate almayarak, ahiret saadetinden mahrum kalmaktır.
İslâm, böyle tehlikelerden korunmamız için belli davranış ölçüleri koymuş; bu ölçüleri aşıp ileri giderek ifrattan, ölçüleri zayıflatıp kısarak da tefritten sakınmamızı istemiştir. Her ikisi de hadde riayetsizlik olduğu için ifrat ve tefrit birer aşırılıktır, insanın kendisini tehlikeye yahut ateşe atması demektir. Bir dengesizlik hali olduğundan sapmaya, kaymaya, düşmeye sebeptir. Ölçülü hareket etmek ise Allah’ın koyduğu sınır çerçevesinde kalmak, olması gerektiği gibi olmak, dolayısıyla dik, dengeli, kararlı ve sağlam durmaktır ki, bu hâle itidal derler.
Düşkünlüğümüz dengesizliğimizden
Dünya imtihanımızın belki en zor tarafı, ifrat ile tefrit arasında itidali muhafaza edebilmektir. Ölçüyü iyi bilmeyi, bunlara riayeti ve sürekliliği gerektiren zor bir tavırdır itidal. Fakat aşırılık veya itidal kavramları, sadece dünya gözetilerek, zamana, kültürlere, hatta tek tek insanların kendi anlayışlarına göre tarif edilince denge adına tam bir dengesizlik çıkıyor ortaya. Böyle olunca da mesela infiale, aşırı öfkeye sebebiyet veren bir hadise karşısında itidale davet eden telkinlerle aslında bizden ne istendiğini tam da kestiremiyoruz. Mutedil, yani ılımlı olmanın bir tepkisizlik, hatta zaman zaman bir ölçüsüzlük ve ilkesizlik zilletine kılıf yapıldığını görüp şaşırıyoruz. “Ilımlı İslâm” projeleri kafamızı karıştırıyor. Dininin gereğini yerine getirme hususunda belirgin bir hassasiyeti olan müslümanların aşırılıkla, radikallikle itham edilmesine çok da anlaşılır cevaplar bulamıyoruz.
Hülasa, “itidal” yahut “denge”yi bilmeyince, müslümanlar olarak genelde “dengesini kaybetmiş” bir topluluk görüntüsü veriyor, ifrat ile tefrit, yani aşırılıklar arasında fazlaca yalpalıyor, dünya imtihanımızda zorlanıyoruz. Başkalarının dengelerini gözetelim derken sabit ayağımız kayıyor, birbirimizi tanıyamayacak yahut göremeyecek şekilde savruluyoruz.
Müslüman mutedil olmakla yükümlü
İtidal, “adl” kökünden türetilmiş bir kelimedir ve “adalete uygun olma hâli” demektir. Adalet ise hakka ve hakkaniyete riayettir. Hakka, yani doğruya, gerçeğe, fıtrata, Cenab-ı Hakk’ın rızasına ve kanununa dayanmayan bir tutum “adil” olmadığı için “mutedil” de olamamaktadır.
Dinimizce bir varlık, inanç, fikir, kavram, eylem veya davranışın “hak” sayılması, bunların bâtıl olmadığına, doğruluğuna, kabul gördüğü anlamına geldiği için “itidal” meşru, ifrat ve tefrit ise gayri meşrudur. Hakkı, daha çok “hukuk” şeklindeki çoğul haliyle, “dinin tanıdığı yetki, güç ve imtiyazlar”ı ifade için kullandığımızda ise kulluk sorumluluklarımızı kastediyoruz demektir. Özellikle tasavvufta “hukuk”, nefsin ve şeytanın insanı yönlendirdiği “huzûz”un (hazların, zevklerin) zıddıdır; “Allah’ın insandan istedikleri” şeyleri içine alır. Bu anlamda da itidal hukukun, ifrat ve tefrit ise huzûzun, zevklerin işaretidir.
Tartıyı bozmadan
Kâinat ve insan hak ve adalet üzere mutedil, ölçülü, uyumlu yaratılmıştır. Maddi ve manevi bu genel denge kanununa “mizan” denir. İnsanın Allah’ın koyduğu mizana uygun hareket etmesi, davranışlarını bu mizana vurarak belirlemesi, onun itidalidir. Mizan kelimesini biz bugün de hem tartı, hem terazi anlamına kullanırız. Tartıda bir muadele, yani denkleşme esas olduğundan mizan aynı zamanda “adalet” ve adaletin ölçüsü olan “dinimizin emir ve yasakları”dır. Demek ki mizana uymak, davranışlarımızı hak olan ölçülerle, iman ve tasdik edilmiş kriterlerle eşitleyip denkleştirmek, böylece bir muvazeneyi, dengeyi sağlamaktır. Her tartı veya denkleştirmede olduğu gibi sadece tarttığımız davranışlarımıza müdahale hakkımız vardır. Ölçüleri davranışlarımıza değil, davranışlarımızı ölçülere denk düşürmekle yükümlüyüz. Tutumumuzu meşrulaştırmak için terazinin öbür kefesindeki ölçülerle oynamak aşırılıktır, haksızlıktır, zulümdür. Allah zalimleri sevmez.
Müfessirler, “Göğü yükseltti ve mizanı koydu.” (Rahman, 7) ayetindeki “mizan”ın “Allah’ın takdir ettiği uyum, orantı, ölçü gibi ilâhi kanunlar” olduğu; insanların, tabiatla ve birbirleriyle münasebetlerinde de bu “genel denge kanunu”na uygun biçimde, yani itidal ile davranması gerektiği sonucuna ulaşmışlardır. Nitekim bundan sonraki iki ayette, meşruiyet ölçüsü olarak bu tartıyı yahut denkleştirmeyi yaparken hakka riayete, yani fiilin, tutumun, davranışın itikada uygunluğuna özen gösterilmesi, ifrat ve tefritten sakınılması emredilmiştir. Rahman suresinin “Sakın tartıda bir taşkınlık yapmayın!” mealindeki 8. ayeti “ifrat”ı, yani dengenin, kararın, kıvamın çok üstüne çıkmayı; “Tartıda bir eksiklik yapmayın!” mealindeki 9. ayeti de “tefrit”i, yani olması gerekenin çok altında kalmayı yasaklamaktadır. İtidal adına tartıda hile yapıp ölçüleri keyfimize göre artırıp eksilterek davranışlarımızı ilâhi ölçülere uygun göstermek, sadece kendimizi kandırmak olur.
İnançla, akaitle ilgili konularda ılımlı, uzlaşmacı ve tavizkâr bir tavır, ucu küfre kadar varan bir zulümdür.
Hayır ile şer, hak ile batıl, helal ile haram arasında “orta yol” bulmaya çalışmak itidal değildir. Böyle yapmak hayrı, hakkı ve helali; şer, batıl ve haramla denkleştirmek demektir ki, bu büyük adaletsizliktir.
Adalete, hakka, hakikate rağmen doğru bir denge kurulamadığı için de bu hal, itidal olmak bir yana, tam bir aşırılık örneğidir.
İslâm’ın sınırları vardır. Sınırların ötesi aşırılıktır. İfrat ve tefrittir. Çokluğun ve azlığın olmadığı, her şeyin yerli yerinde olma durumu ise itidaldir. Yani denge, sağlam bir duruş ve kararlılık... İşte bu istikamettir.
Tehlikeyi Nasıl Bilirsiniz?
Hicret’ten yarım asır sonrası. Emeviler devridir. Halid b. Velid r.a.’ın oğlu Abdurrahman komutasındaki İslâm ordusu Bizans önlerindedir. Müslümanların Konstantiniyye’yi yani İstanbul’u ilk kuşatmasıdır bu. Vahiy kâtiplerinden, mihmandâr-ı Nebî olma şerefini kazanmış, büyük sahabi Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. da hayli ilerlemiş yaşına rağmen mücahitler arasındadır. Sırtını müstahkem surlara dayamış kalabalık Bizans savunmacıları kuşatmayı kırmak için hamle yapmamakta, fakat müslümanların bulundukları siperlerden çıkmasına da müsaade etmemektedirler. Bir sinir harbi yapılmaktadır adeta. Siperdeki genç müslümanlardan biri artık daha fazla tahammül edemez; yerinden fırlar, yalın kılıç hücuma kalkar Bizans ordusunun üzerine doğru. Arkadaki mücahitlerin “Geri dön!” çağrılarına, “Ne yapıyorsun sen?” itirazlarına rağmen ilerler ve kısa bir müddet sonra şehit olur.
Siperdeki müslümanların bir kısmı bu davranışı yanlış bulur. Gencin heyecana kapılarak aşırı gittiğini, bile bile kendini ateşe attığını düşünürler. Bakara suresinin 195. ayetindeki “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın.” ibaresini birbirlerine hatırlatarak, haklılıklarını Kur’an’a dayandırmak isterler.
Bu kuşatmanın sonlarına doğru şehadet mertebesine ulaşacak olan Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. müdahale eder ve “Durun bakalım” der; “Bu ayet Ensar’dan müslümanlar için indi. Allah bu dini kuvvetlendirip yardımcılarını çoğaltınca, biz, ‘artık mallarımızla ve onların ıslahıyla meşgul olarak eksilenleri telafi etsek’ demiştik. Bunun üzerine, ‘Allah yolunda infak edin; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun, zira Allah ihsan edip güzel davrananları sever.’ mealindeki ayet nazil oldu. İnsanın kendini tehlikeye atması, Allah yolundaki bir azimetten geri durmasındadır. Asıl tehlike şu veya bu gerekçe ile cihadı terk etmektir.”
Bazen ölüm de dahil her türlü dünyevî riski göze almak gerekebilir. Böyle kahramanlıklar, ilâhi ölçü ve maksat gözetilmek kaydıyla, kendimizi tehlikeye atmak değildir. Dünyayı gereğinden fazla ciddiye alıp ahireti hesaba katmayan insanların emniyet zannettikleri çoğu tutumda tehlike; aşırılık veya tehlike gibi gördükleri tutumlarda da emniyet vardır.
Bugün “Kendimizi tehlikeye atmak” deyince hâlâ bu dünyaya, dünyadaki varlığımıza veya dünya hayatımıza zarar veren bir davranışı anlıyoruz. Oysa bu durum Türkçe’de “kendini ateşe atmak” deyimiyle karşılanıyor ve ateş kelimesi, mecazen herhangi bir dünyevî tehlikeyi değil, doğrudan doğruya cehennemi, ahiretteki azabı ifade ediyor. Kendi ellerimizle kendimizi tehlikeye yahut ateşe atmak, geçici bir dünya uğruna ilâhi sorumluluklarımızı ihmal ederek, Allah’ın koyduğu sınırları dikkate almayarak, ahiret saadetinden mahrum kalmaktır.
İslâm, böyle tehlikelerden korunmamız için belli davranış ölçüleri koymuş; bu ölçüleri aşıp ileri giderek ifrattan, ölçüleri zayıflatıp kısarak da tefritten sakınmamızı istemiştir. Her ikisi de hadde riayetsizlik olduğu için ifrat ve tefrit birer aşırılıktır, insanın kendisini tehlikeye yahut ateşe atması demektir. Bir dengesizlik hali olduğundan sapmaya, kaymaya, düşmeye sebeptir. Ölçülü hareket etmek ise Allah’ın koyduğu sınır çerçevesinde kalmak, olması gerektiği gibi olmak, dolayısıyla dik, dengeli, kararlı ve sağlam durmaktır ki, bu hâle itidal derler.
Düşkünlüğümüz dengesizliğimizden
Dünya imtihanımızın belki en zor tarafı, ifrat ile tefrit arasında itidali muhafaza edebilmektir. Ölçüyü iyi bilmeyi, bunlara riayeti ve sürekliliği gerektiren zor bir tavırdır itidal. Fakat aşırılık veya itidal kavramları, sadece dünya gözetilerek, zamana, kültürlere, hatta tek tek insanların kendi anlayışlarına göre tarif edilince denge adına tam bir dengesizlik çıkıyor ortaya. Böyle olunca da mesela infiale, aşırı öfkeye sebebiyet veren bir hadise karşısında itidale davet eden telkinlerle aslında bizden ne istendiğini tam da kestiremiyoruz. Mutedil, yani ılımlı olmanın bir tepkisizlik, hatta zaman zaman bir ölçüsüzlük ve ilkesizlik zilletine kılıf yapıldığını görüp şaşırıyoruz. “Ilımlı İslâm” projeleri kafamızı karıştırıyor. Dininin gereğini yerine getirme hususunda belirgin bir hassasiyeti olan müslümanların aşırılıkla, radikallikle itham edilmesine çok da anlaşılır cevaplar bulamıyoruz.
Hülasa, “itidal” yahut “denge”yi bilmeyince, müslümanlar olarak genelde “dengesini kaybetmiş” bir topluluk görüntüsü veriyor, ifrat ile tefrit, yani aşırılıklar arasında fazlaca yalpalıyor, dünya imtihanımızda zorlanıyoruz. Başkalarının dengelerini gözetelim derken sabit ayağımız kayıyor, birbirimizi tanıyamayacak yahut göremeyecek şekilde savruluyoruz.
Müslüman mutedil olmakla yükümlü
İtidal, “adl” kökünden türetilmiş bir kelimedir ve “adalete uygun olma hâli” demektir. Adalet ise hakka ve hakkaniyete riayettir. Hakka, yani doğruya, gerçeğe, fıtrata, Cenab-ı Hakk’ın rızasına ve kanununa dayanmayan bir tutum “adil” olmadığı için “mutedil” de olamamaktadır.
Dinimizce bir varlık, inanç, fikir, kavram, eylem veya davranışın “hak” sayılması, bunların bâtıl olmadığına, doğruluğuna, kabul gördüğü anlamına geldiği için “itidal” meşru, ifrat ve tefrit ise gayri meşrudur. Hakkı, daha çok “hukuk” şeklindeki çoğul haliyle, “dinin tanıdığı yetki, güç ve imtiyazlar”ı ifade için kullandığımızda ise kulluk sorumluluklarımızı kastediyoruz demektir. Özellikle tasavvufta “hukuk”, nefsin ve şeytanın insanı yönlendirdiği “huzûz”un (hazların, zevklerin) zıddıdır; “Allah’ın insandan istedikleri” şeyleri içine alır. Bu anlamda da itidal hukukun, ifrat ve tefrit ise huzûzun, zevklerin işaretidir.
Tartıyı bozmadan
Kâinat ve insan hak ve adalet üzere mutedil, ölçülü, uyumlu yaratılmıştır. Maddi ve manevi bu genel denge kanununa “mizan” denir. İnsanın Allah’ın koyduğu mizana uygun hareket etmesi, davranışlarını bu mizana vurarak belirlemesi, onun itidalidir. Mizan kelimesini biz bugün de hem tartı, hem terazi anlamına kullanırız. Tartıda bir muadele, yani denkleşme esas olduğundan mizan aynı zamanda “adalet” ve adaletin ölçüsü olan “dinimizin emir ve yasakları”dır. Demek ki mizana uymak, davranışlarımızı hak olan ölçülerle, iman ve tasdik edilmiş kriterlerle eşitleyip denkleştirmek, böylece bir muvazeneyi, dengeyi sağlamaktır. Her tartı veya denkleştirmede olduğu gibi sadece tarttığımız davranışlarımıza müdahale hakkımız vardır. Ölçüleri davranışlarımıza değil, davranışlarımızı ölçülere denk düşürmekle yükümlüyüz. Tutumumuzu meşrulaştırmak için terazinin öbür kefesindeki ölçülerle oynamak aşırılıktır, haksızlıktır, zulümdür. Allah zalimleri sevmez.
Müfessirler, “Göğü yükseltti ve mizanı koydu.” (Rahman, 7) ayetindeki “mizan”ın “Allah’ın takdir ettiği uyum, orantı, ölçü gibi ilâhi kanunlar” olduğu; insanların, tabiatla ve birbirleriyle münasebetlerinde de bu “genel denge kanunu”na uygun biçimde, yani itidal ile davranması gerektiği sonucuna ulaşmışlardır. Nitekim bundan sonraki iki ayette, meşruiyet ölçüsü olarak bu tartıyı yahut denkleştirmeyi yaparken hakka riayete, yani fiilin, tutumun, davranışın itikada uygunluğuna özen gösterilmesi, ifrat ve tefritten sakınılması emredilmiştir. Rahman suresinin “Sakın tartıda bir taşkınlık yapmayın!” mealindeki 8. ayeti “ifrat”ı, yani dengenin, kararın, kıvamın çok üstüne çıkmayı; “Tartıda bir eksiklik yapmayın!” mealindeki 9. ayeti de “tefrit”i, yani olması gerekenin çok altında kalmayı yasaklamaktadır. İtidal adına tartıda hile yapıp ölçüleri keyfimize göre artırıp eksilterek davranışlarımızı ilâhi ölçülere uygun göstermek, sadece kendimizi kandırmak olur.