Rıfkı Kaymaz

Post Reply
User avatar
Halil Necati
Posts: 618
Joined: 02 Nov 2007, 19:54

Rıfkı Kaymaz

Post by Halil Necati »

Rıfkı Kaymaz

Bir “hisli, mü’min bir yürek” daha sustu.
Erzincanlıydı. Ankara’da yaşadı.. Edebiyat ve sanat uğraşıları ile, kendi köşesinde mütevazı bir hayat yaşadı.. Şairdi. Selimağalar'dan Sıddık Efendi’nin torunu. Babası Erzincan Valiliği tahrirat katibi Salih Kaymaz (vefat: 1968). 1998 yılında Ankara Polis Akademisi Türk dili okutmanlığından emekli oldu.
Rıfkı Kaymaz’ın hayat hikayesi özetle şöyle: 1950 yılında Erzincan'da doğdu. Demek ki, benden bir yaş küçük. İlk ve orta öğreniminden sonra, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Gazetecilik, öğretmenlik, memurluk, uzmanlık, okutmanlık görevlerinde bulundu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde danışman olarak görev yaptı. Erzincan'da yayınlanan günlük gazetelerde şiir ve yazıları yayınlandı. Kuruluşuna katıldığı Doğu Gazetesi'nde Salihoğlu imzasıyla dörtlükleri yayınlandı. Çocuklara yönelik şiirler yazdı. Muştu (şiirler), Sıla Türküsü (şiirler), Bütün Yönleriyle Erzincan, Günümüz Hikayecilerinden Seçme Hikayeler, Bir Demet Şiir, Sevginin Gülleri, Küçük Çeşmenin Tatlı Suyu, En Güzel Çocuk Şiirleri, Osmanlı Padişahlarının Tuğraları gibi kitapları yayınlandı. Küçük yaşlarda çırak olarak başladığı geleneksel Erzincan bakır el işlemeciliğini, otuz yılı aşkın bir süre sürdürdü.. Özellikle bakır üzerine el işi ile yaptığı çalışmalarını sergiledi. İlk sergisini 1971 yılında, Erzurum Halk Eğitim Merkezi Salonu'nda açtı. Ardından daha birçok sergi... Yine değişik tarihlerde, 1985 yılında vefat eden Hattat Yusuf Erzincani'nin hatırasına, sergiler açtı.
Bakır üzerine hat çalışmaları yapıyordu, eşi ve kendisi.. Eşinin sağlığı ile uğraşırken, kendi ondan önce gitti..
Bizde önce hanım girer eve, ama erkek önce çıkar evden..
Benim dünya devremden.. Bizden önce gitti, bize hazırlık yapmak için..
O ana kucağına gitti, bu gamlı ve kasvetli dünyadan. Dar-ı Beka’ya göç etti.. Ağzımızın tadını kaçıran ölüm kapısını çaldı ve bu ölümlü dünyadan, ölümsüzlüğe kavuştu. Dünya sürgünü bitmiş olmalı ki, hazlar ve acılar dünyasının beden kafesinden uçtu gitti..
O iyi bir refikti. Bizim refikimiz, inşallah Resulullah’a refik olmuştur..
Ayağını hem sağlam bir kayaya bastı. “Nasıl bilirdiniz” diye sorduğunuzda, sözüm o ki, sırat-ı müstakim üzere idi.. Ayağı bu yoldan kaymadı..
O mü’min bir kişiydi. Yaşadığı zamana tanıktı. İçimizden biri idi. İyi şeyler yaptı.. Sabredenlerdendi!..
Devresi askere gidip, sıranın kendisine gelmesini bekleyen bir asker adayı gibi, şimdi adımın çağrılacağı zamanı bekliyorum.. Benim devrelerim son yolculuğuna çıkıyorlar artık tek tek.. Ve bakıyorum da, orada az dost yok.. Annem, babam, kardeşim.. Ve burada eşim ve çocuklarım.. Yarım kalan işler..
“Demir almak günü gelmişse zamandan” artık hiçbir bahaneniz kalmıyor..
Ölmeden önce ölebilsek bir de. Bu tamah ve hırsın pençesinden yakamızı bir kurtarabilsek. Oysa “Ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rinde”.
Rindane bir hayatı başarabilsek.. Siyaset ve piyasanın çengellerine takılmış planlarımız beynimizi ve yüreğimizi ilmik ilmik kuşatmış adeta!..
Ölüye bakıp “hicranlı hayat”a sığınmak değil, ahrete hazırlık yapmamız gerek..
Rıfkı Kaymaz’a bakıp, kendi geleceğimi görüyorum..
Ölümün hüznü, bir veda, bir hasretten öte, kendi geleceğimizle ilgili bir anlam taşımalı..
Ölünün arkasından okunan Fatihalar, hatimler, eğer yaşayanlar için bir anlam ifade etmiyorsa, biyonik robotların o ölü dudaklarından dökülen cümleler, MP3’lerden dökülen seslerden daha fazla bir anlam taşımazlar eğer ona kendi ruhunuzdan bir ruh üflemiyorsanız....
Ölümün, kimin, ne zaman kapısını çalacağı belli olmaz.. Ama ölümlü hayatın da bir limiti vardır.. Ben kendimden söz ederken, o limite hayli yaklaşmış biri olarak söylüyorum bunları..
O’ndan geldik, O’na döndürüleceğiz ve herkes bu dünyada yaptığı, yapması gerekirken yapmadığı, söylediği, söylemesi gerekirken söylemediği her sözün hesabını verecektir.. Sonuçta her işimiz ve sözümüzle ya kendi cennetimize sırtımızda tuğla, ya da kendi cehennemimize sırtımızda odun taşıyor olacağız..
Allah, her şeyi, görmekte, duymakta ve bilmektedir. O Kadir-i Mutlak (Mutlak iktidar sahibi), gerçek hüküm sahibidir..
Mü’min bir yürek durdu.. Lütfen onun ardından bir Fatiha okuyun. Dua edin, sabır dileyin.. Ve bir gün sizin da aynı şeylere ihtiyaç duyacağınızı hatırlayın.. Ve çok geç olmadan, okuduğunuz Fatiha’nın nefsinize yüklediği sorumlulukların gereğini yerine getirin. Eşi de eşimin arkadaşı. Dürüst, iffetli, gayretli, sadıka, saliha, sabırlı, sanatçı duyarlılığına sahip bir eşti.. Eşi de rahatsız, eşi için de şifa dileyin lütfen..
Yarın çok geç olabilir. Azrail kapımızı çalmadan.. Azrail kapınızı çaldığında paniklemeden, yüzünüzde gülücükle, ölümsüzlük kadehinden içmek üzere “hoş geldin beklenen melek, hoş geldin..” diyebilmek için.
Ey salih kişi! Bizden selam söyle Resul-ü Kibriya’ya ve halimizi arzeyle.. Selam ve dua ile..

Abdurrahman Dilipak - Vakit
http://www.habervaktim.com/yazar/21952/ ... aymaz.html
User avatar
Halil Necati
Posts: 618
Joined: 02 Nov 2007, 19:54

Rıfkı Kaymaz'ın Ardından

Post by Halil Necati »

http://www.tyb.org.tr/duyuru_detaylari.asp?id=651

Rıfkı Kaymaz'ın Ardından

23 Şubat Pazartesi günü vefat eden TYB eski Genel Sekreteri Rıfkı Kaymaz'a yakın dostu Sırrı Er'in yazısı

Ağabeyim, can dostum Rıfkı Kaymaz’ın ardından…

Ankara’da yaşayıp da kültür, sanat ve edebiyata ilgi duyanlar arasında Rıfkı Kaymaz’ı tanımayan veya adını hiç duymayan kişi azdır desem abartmış olur muyum acaba?
Kırk dokuz yıllık ömrümü süre olarak ikiye ayırdığımda ilk bölümünde Rıfkı Kaymaz yok, son bölümde ise geniş bir yer kaplıyor. Yirmi beş yıllık ağabeyimi, dostumu, arkadaşımı, sırdaşımı, can yoldaşımı kaybettim. Hüznümü tarif etmem çok zor. Bu ilk günlerin şaşkınlığı içinde kendimi öksüz veya yetim kalmış bir çocuk gibi boşlukta hissediyorum.

Dile kolay; tam yirmi beş yıl (tatil ve geziler hariç) ayrılmadan, bir gün bile olsa kırılmadan, küsmeden, gücenmeden sürdürülen bir dostluk… Bizi birçok yerde birlikte görmeye alışan dostlarımız beni yalnız gördüklerinde hemen Rıfkı Bey’i sorarlardı. İsimlerimizi karıştıranlar bile olurdu; bana Rıfkı, ona da Sırrı derlerdi bazen. Biz bu duruma alışık olduğumuz için güler geçerdik.

Rıfkı ağabeyimi sizlere doyasıya anlatmak istiyorum ama nereden başlayacağımı, hangilerini yazacağımı ve nasıl anlatacağımı da bilmiyorum. Tanıştığımızdan bu yana geçen yirmi beş yıllık süreye ait hatıralar eğer yazılacak olsa inanın birkaç ciltlik bir eser meydana gelir. Fakat buna gerek yok, ayrıca da kimin nesine gerek?

Rıfkı Kaymaz benim ufkumu açan, sosyal çevremi olabildiğince genişleten (birlikte gittiğimiz her yerde beni şair, yazar, gazeteci, sanatçı, fikir adamı, akademisyen ve bürokratlarla tanıştıran) bir şahsiyetti. Onunla tanışmadan önce yirmi dört yaşında genç bir edebiyat öğretmeniydim. Basın- yayın sahasını okuyucu olarak takip etmeye çalışıyordum. Önceki yıllarda Yeni Devir Gazetesi’nde sadece iki yazım yayımlanmıştı o kadar. Ne zaman ki onunla tanıştım; “Kültür Edebiyat” adlı dergiyi birlikte çıkardık, matbaa mürekkebinin kokusunu alınca bir daha uzak kalamadım yayın çalışmalarından.

Size Rıfkı Kaymaz ile ne zaman ve nasıl tanıştığımı anlatmak istiyorum. Zira bu olay daha önce de ifade ettiğim gibi, benim açımdan hayli önem arz etmektedir.

1985 yılının Aralık ayıydı. Ankara Abidinpaşa Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydim. O günlerde fakülteden arkadaşım Veysel Güler’in aracılığıyla Kızılcahamamlı hemşehrim Yunus Şahin ile tanışmıştım. Yunus Hoca Mamak Müftülüğünde memurdu. Kendisini ziyarete gittiğim bir gün sohbet esnasında, “Rıfkı Kaymaz diye bir ağabey var. Kendisi şair ve yazar, aynı zamanda edebiyat öğretmeni. Bir grup arkadaşla birlikte bir edebiyat dergisi yayınlamak istiyor. Bu hafta sonu cumartesi günü bir toplantı yapacaklar. Bu işle ilgilenebilecek arkadaşlara haber vermemi istedi. Adresi vereyim sen de katıl istersen. Ben gelemeyeceğim, sen gidersen kendisine selam söyle” dedi.

O güne kadar Rıfkı Kaymaz’ı tanımıyordum, adını sadece bir-iki kere görmüştüm dergilerde. Merak ve heyecan içinde hafta sonunun gelmesini bekledim. Cumartesi günü öğleden sonra verilen adrese gittiğimde toplantıya sadece iki-üç kişinin geldiğini görünce hayal kırıklığına uğramadım dersem yalan olur. Fakat o günün benim açımdan en büyük kazancı Rıfkı Kaymaz ile tanışmış olmamdı.

Orta boylu, bıyıklı, saçları az da olsa beyazlamaya başlamış, kısık sesli, güzel simalı, otuz beş yaşında, biraz çekingen, ölçülü ve mütevazı bu ağabeyi ilk görüşte sevmiş ve ısınmıştım. Rıfkı ağabeyle o gün başlayan tanışıklığım her geçen gün dozunu yükseltti ve hiç kesintiye uğramadan bu günlere kadar geldi. Dışarıdan bakanların gıpta ettikleri bir ağabey-kardeş ilişkisi vardı aramızda. Bu duruma ne kadar sevinsem azdır. Ben ondan (başta fedakârlık olmak üzere) çok şey öğrendim. Onun dostluğu benim yaşantımda çok önemli ve anlamlı bir yer tuttu. Bundan sonra da onunla ilgili anılarım yer tutmaya devam edecektir.

Dergi çıkarma hazırlıkları yavaş da olsa devam ediyordu. En önemlisi de matbaaya ödenecek parayı temin edebilmekti. Rıfkı ağabey parayı denkleştirdi ve 1986 yılının Nisan ayında “Kültür Edebiyat” dergisinin ilk sayısını yayımladık. Derginin sahibi ve yazı işleri müdürü Cengiz Ocakçı olmuştu. Ben Rıfkı ağabeyin yardımcısıydım. Tabii ki belirtmeye gerek yok, Rıfkı ağabey derginin her şeyiydi. Derginin yayın kurulundaki isimler şunlardı: Sırrı Er, Bilal Coşkun, Abdullah Çınar, Adnan Öksüz.

Her türlü maddi imkânsızlığa rağmen dergiyi 13 sayı yayımlamayı başardık fakat bundan sonrasına imkânlarımız elvermedi. Bazı aylarda Rıfkı ağabeyin cebinden para kattığı da oluyordu, masrafları karşılamak için. 1987 yılının sonunda Kültür Edebiyat dergisi sessizce yayımına son verdi ve anılarımız arasındaki o müstesna yerini aldı.

Sonraki yıllarda birçok kitap hazırladık birlikte. Çoğunluğu ders kitapları olmak üzere toplam on kitapta isimlerimiz yan yana yer aldı. Onunla ilk ortak kitabımız 1987 yılında Timaş Yayınları tarafından yayımlanan “Günümüz Yazarlarından Seçme Hikâyeler” adlı antoloji oldu. Sonra diğer çalışmalarımız ardı ardına yayımlandı. Daha önce de belirttiğim gibi bana bu işleri öğreten ustam “Rıfkı Kaymaz”dır.

Kitapların haricinde birçok gazete ve dergide de yazılar, şiirler, hikâyeler yazdık. Biz yıllarca birlikte olmaktan, çalışmaktan, sohbetten, gezmekten ve yazmaktan hiç bıkmadık. Her zaman konuşacak bir mevzu bulurduk. Haftada bir (bazen birkaç) gün yüz yüze görüşmekle yetinmez telefonla da konuşurduk. Ah canım ağabeyim benim, o uzun telefon konuşmalarımızı şimdiden özledim.

Rıfkı ağabey çok velut bir şair ve yazardı. Kendi adıyla yazdıklarından başka birçok müstear isimle de yazılar ve şiirler yazardı. ( En çok kullandığı müstearları; Abdullah Çınar, M. Refik Selimoğlu, Salihoğlu, Yunus Tener, Fatih Emre idi.)

Rıfkı ağabey tam bir kültür adamıydı. Kendini bildi bileli kültür sanat edebiyat işlerinin içindeydi. Bakırın üzerine el ile motif yapma işini öğrencilik yıllarında öğrenmiş ve bu işi de ömrünün sonuna kadar devam ettirmiştir. Yurt içinde açtığı onlarca sergiden sonra yurt dışında da birçok ülkede sergi açmıştır. Erzincan’da lise öğrencisiyken okulun duvar gazetesinde başladığı yazarlık işini kalp krizi geçirdiği güne dek devam ettirdi. En son olarak, çok emek harcadığı“Erzincanlılar Ansiklopedisi”nin yayımlandığını gördü ve adeta çocuk gibi sevindi.

Vefatına neden olan kalp krizinden 8-10 gün önce, bir öğleden sonra eşi ve kızıyla bize oturmaya gelmişlerdi. Bayanları evde bıraktık ve biz kitabın basıldığı matbaaya gittik. Kitabı bir an evvel görmek istiyordu. Daha önceki yıllarda birlikte on adet kitabımız yayımlanmıştı, hiçbirinde onun bu kadar heyecanlandığına şahit olmamıştım. Matbaa bizi ciltçiye gönderdi, ansiklopedinin kapakları orada takılacakmış. Ciltçi arkadaş bir ona bir de bana kitap getirdi. Rıfkı ağabey kitaba o kadar sevgi dolu bakıyordu ki görmeliydiniz. Elindeki kitabı bir çocuğu sever gibi seviyordu. Bana “güzel olmuş mu, kapağı beğendin mi?” diye sordu. Ben ise kitabı çok beğendiğimi söyledim ve hayırlı olsun dileklerimle beraber kendisini tebrik ettim. Benim beğenmem onu daha da sevindirmişti. Ne kadar mutlu olduğu yüzünden okunuyordu.

Eve geldiğimizde akşam olmak üzereydi. İçeri girer girmez eşine ve kızına gösterdi kitabı, onlar da beğendiklerini söylediler. Kitabın iç sayfasında onları sevindirecek bir ifade vardı, Rıfkı ağabey belki de onlara bir sürpriz yapmıştı. Neydi bu? İthaf: Eşim Emel, çocuklarım Mehmet Fatih, Yunus Emre ve Zeynep’e…

Sonraki gün ciltçiden kitapları arabasına yükleyip AŞTİ’ye getirmiş, otobüsle Erzincan’a göndermek için. Ağır kolileri taşımış otobüse kadar. İki gün sonra görüştüğümüzde “kitapların yarısını terminale getirip otobüse verdim ama çok yoruldum, ter tırnağımdan çıktı” dedi. Ben de kendisini çok yorduğunu, sağlığına dikkat etmesi gerektiğini falan söyledim. 19 Şubat Cuma günü yine ciltçiye gelmiş, arabasının aldığı kadar kitabı doldurmuş arabaya, şehirlerarası otobüs terminaline gelmiş. Yanında yardım edecek kimse de yok. Ağır kitap kolilerini otobüse taşıdıktan sonra oraya yığılmış kalmış. Ne kadar yoruldu kim bilir, vücudu daha fazla dayanamamış bu yüke. Firma yetkilileri hemen ambulans çağırmışlar, hastaneye getirdiklerinde Rıfkı ağabeyin kalbi durmuş, hemen masaj yaparak çalıştırmışlar. Birkaç dakika sonra kalp yeniden durmuş. İşte bu ikinci duruş çok kötü netice vermiş. Tam yirmi sekiz dakika sonra yeniden çalıştırmışlar kalbi, fakat bu süre zarfında beyine oksijen gitmediği için beyin hasar görmüş, diğer organlar da bu hasardan nasibini almış. Hemen solunum cihazına bağlamışlar. Oğlu Yunus Emre telefonda ağlamaklı bir sesle haber verdi bana, hemen hastaneye gittim. Sevgili ağabeyimin durumu iyi değildi. Doktorlar “geri dönüşü zor görünüyor, bakalım vücudu ilaç tedavisine cevap verecek mi, onu bekleyeceğiz” demişler. Solunum cihazına bağlı olarak yaşayan Rıfkı ağabeye yüksek dozda ilaçlar verilmesine rağmen vücut bu ilaçları kabul etmemiş, yani olumlu bir gelişme olmamış. İlaç takviyesiyle zaten zayıf çalışan kalbi pazartesiyi salıya bağlayan gece saat yirmi dört civarında temelli durmuş ve benim saygıdeğer ağabeyim rahmet-i Rahman’a kavuşmuş.

İşin bir ilginç tarafı da, doğum gününde, tam altmış yaşına girdiği gün vefat etmiş olmasıydı. Erbay Kücet’in güzel benzetmesiyle “kalp kırmayan adam”ın nâşını 23 Şubat Salı günü ikindi namazından sonra Karşıyaka Mezarlığı’na defnettik. Cenazesi çok kalabalıktı Rıfkı ağabeyin. Akraba, arkadaş ve dostları onu yalnız bırakmamışlardı; birçok şair, yazar, sanatçı, milletvekili, bürokrat ve sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri onu bu son yolculuğunda uğurlamaya gelmişlerdi. O ki ayrım gözetmeden bütün sivil toplum kuruluşlarını ziyaret eder, onların çalışmalarında elinden gelen yardımı esirgemezdi. Fedakârlık abidesiydi Rıfkı ağabey. “Kendini niçin bu kadar yoruyorsun?” diye uyardığım çok olmuştur ama o bildiği yoldan şaşmaz, daha doğrusu birilerine yardım etmeden duramaz, bana da “yine duramadım, başıma bir sürü iş aldım” derdi. O yardımseverlik konusunda örnek bir insandı, bazıları gibi bu işleri menfaat beklentisi içinde yapmazdı. Bu konuda hiçbirimiz onun kadar olamayız. Dünyevi makam ve mevkilere iltifat etmezdi, isteseydi yüksek mevkide bir göreve atanabilirdi. Birçok arkadaşı milletvekili ve bakan olduğu halde kimseden bu yönde bir talebi olmamıştır. D. Mehmet Doğan ağabeyin gayet güzel ifade ettiği gibi “Rıfkı Kaymaz, gürültülü işler yapmadı. Kozasını sessizce ördü. Onu bilen bilirdi.”

Ben ailemin büyük oğluyum, dolayısıyla ağabeyim yok. Ona zaman zaman “Biliyorsun benim ağabeyim yok, bu dünyada benim ağabeyim sensin, aman kendine dikkat et, beni yalnız bırakma, ben sensiz ne yaparım!” derdim. Benim bu sözüme duygulanır ve gözleri nemlenirdi.

“Her nefis ölümü tadacaktır.” Bu ilahi fermanı biliyor ve kabul ediyoruz. Ancak Rıfkı ağabeyin ansızın çekip gitmesi onu sevenleri derinden üzmüştür Birlikte yapacağımız o kadar çok projemiz vardı ki… Demek kısmet değilmiş. Kadere rıza göstermekten başka bir şey gelmez elimizden.

Bu dünyadan bir Rıfkı Kaymaz geldi, geçti. Sessiz, sakin, beyefendi kişiliğiyle kimseyi kırmamaya, incitmemeye çalışarak yaşadı. Birlikte olduğum süre zarfında kimseyle kavga ettiğine, yüksek sesle tartıştığına, bağırarak konuştuğuna şahit olmadım. Onun bu güzel ahlakı bizlere örnek olur inşallah. Zira ömür dediğimiz şey o kadar uzun değil, yarın ne olacağımız da belli değil.

Mekânın Cennet olsun canım ağabeyim. Seni unutmamız mümkün değil. Allah sana rahmet etsin, bizlere de sabırlar ihsan etsin inşallah.

Sırrı ER
Post Reply

Return to “Köşe Yazıları”