Mü'minlerin Kardeşlik Vazifeleri

Post Reply
User avatar
Halil Necati
Posts: 618
Joined: 02 Nov 2007, 19:54

Mü'minlerin Kardeşlik Vazifeleri

Post by Halil Necati »

MÜ'MİNLERİN KARDEŞLİK VAZİFELERİ

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbül-Felak Hazretleri Sûre-i Hucurat'ta mü'minlerin kardeş olduğunu bildirmiş; bunu da bir edâ-yı tahsis ile te'kid buyurmuştur. Böylece:

"Mü'minler ancak kardeşlerdir." fermân-ı celîlesi sàdır olmuştur. Bu edâ-yı tahsis bir de alimler hakkında sàdır olmuştur ve; "Allah'tan korkanların ancak ulemâ olduğu" beyan buyrulmuştur. Buna binâen ulemâ-i kirâm hazretleri buyurmuşlar ki: Havf ve haşyet yâni Hak korkusu, ilmin mülâzimidir. Bu sebeple havf ü haşyetten, yâni korkudan àrî olan, kaçınılması ve sakınılması lâzım olan günahları irtikâb eden kimselerin ilim sahibi olmaları, yâni hakîkî ulemâdan olmaları mümkün olmaz. Çünkü ilmin sıfatı olan haşyet kendisinde olmadığından, bildiklerinin hiçbir kıymeti olmaz. Bunun gibi, kardeşlik haklarına riayet etmeyen Müslümanların, mü'minlerin de kıymeti o kadardır.

Hazret-i Ömer RA'ın halife-i rûy-i zemin olduğu halde, bir kölesine karşı gösterdiği şefkat ve merhameti, insanlara ve bâhusus mü'minlere bilfiil göstermesi ne kadar şayan-ı takdir ve tebriktir. Bu halin bütün müslümanlarca, birbirlerine karşı kardeşlik haklarına riayeten yapılması elbette çok lâzımdır. Zîrâ bütün mü'minlerin bir cesed gibi yekpâre olduklarını bir hadis-i şerif ifade etmiştir. Binâen aleyh nasıl bir taraflarının ağrıması ve sızlaması, bütün vücudun rahatsız olmasına sebeb oluyorsa, mü'min ve müslümanlardan birinin rahatsızlığı da hepsini rahatsız eder. Eğer rahatsız olmuyorsa ve hiç umursamıyorsa, onun imanının çok zayıf olduğunun alâmetidir.

Çünkü meselâ, el veya ayak parmaklarının bir sebepten nâşi kesilmesinden haberi olmayan bir insanın, ya morfinlenmiş veya ölüme yaklaşmış olduğu anlaşılır. Bu hal ancak ölüm hali olabilir. Artık kendisinden faydalanmak mümkün değildir. İşte bunun gibi hakîkî mü'min, kardeşinin sürûru ile mesrur, gam ve kederiyle mağmum ve mükedder olur.


Bu sebepten, insanın nefsiyle mücâhede edip onu kemâle ulaştırması en mühim vazifelerinden biridir. Bir mü'minin bir mü'min kardeşini hasbeten lillah sevmesi, imanın lezzetini bulmasına kâfîdir. Biribirlerini hasbeten lillah sevenlerin, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin nihayetsiz eltàf-i sübhàniyyesine nâil olması, melekleri bile imrendirmiştir. Halık-ı Zülcelâl Hazretleri'nin de kendisini sevdiğini beyan buyurmaları ve bâhusus kıyamet gününde nail olacağı hususi ikram ve ihsanlara peygamberlerin, sıddıkların ve şühedânın bile gıpta ettiklerinin pek açık bir lisânla beyan buyrulması, kardeşlik haklarına riayetin ne kadar kıymetli ve ehemmiyetli olduğunu pek güzel bir şekilde izah etmektedir.

Onun için, hac vazifesini yapan bir müslümanın bir gazasının kırk hacdan; hac vazifesini yapmayanın bir haccının da kırk gazadan hayırlı olmasının hikmeti ne güzel anlaşılır. Binâen aleyh, mü'min dâimî bir cihad halindedir. Bu cihad, Allah-u Teâlâ'ya hiçbir sûretle isyan etmeyip, emirlerini tutup, yasaklarından kaçmaktır.


Abdullah ibn-i Mübârek KS buyurmuşlar ki:

"Asıl cihad nefsi ve hevâsıyla olan mücâhededir. Zîrâ düşmanla cihad her zaman olmaz. Bazan muharebe olsa da, bazan da sulh ve selâmette olunur. Halbuki nefsi ve hevâsıyla mücâhede ölünceye kadar, geceli gündüzlü devam etmektedir. Çünkü küffâr ile muharebede gàlib olursa ganimete nâil olur. Şayet ölürse, o zaman da en büyük mertebe olan şehadet mertebesine ulaşır. Halbuki şeytanı, nefsi öldürmeğe imkân yoktur. Amma şeytan bizi aldatmak sûretiyle öldürürse, --ki bu Allah-u Celle ve A'lâ'ya itaatten uzaklaşmak ve ona karşı asi olmaktır-- o zaman ebedî bir hüsrâna düşüleceği pek âşikârdır."

Bunun için, Hàtem-i Esam nâmıyla meşhur, abid ve zâhid bir zât demiş ki:

"Hudut bekçiliği nefsimedir, silâhım da amelimdir. Dinim ganimetim, şeytan düşmanım, ben de nefsimle dâimâ gazâdayım. Yâni benim hududum ancak nefsimdir. Onu yanlış yollara gitmekten korumak da elbette benim vazifemdir. Binâen aleyh, onun bekçiliği en büyük ve en mühim bekçiliktir."


Efendimiz SAS Hazretleri, ashàb-ı kiram hazerâtına:

"--Râbıta-i İslâm'ı en iyi bir şekilde muhafaza etmek, müslümanlar arasında İslâm bağlarını sağlamlaştırmak ve onu daima ayakta tutmak için, en sağlam ve mu'temed olan şey nedir?" demişler.

Ashàb-ı kiram hazerâtı da, evvelâ namazı öne sürmüşler;

"--Namazdır." demişlerse de, Efendimiz SAS Hazretleri:

"--O bir hasenedir, güzel şeydir, amma o değildir." buyurmuş.

Sonra orucu söylemişler.

"--O da bir hasenedir, güzel şeydir, amma o da değil!" buyurmuşlar.

O zaman:

"--Öyleyse cihaddır." demişlerse de, Efendimiz Hazretleri:

"--Hayır o da hasenedir, güzeldir, fakat rabıta-ı İslâmın, yâni İslam bağlılığının en kıymetli mutemedi, temeli ve en sağlamı, en iyisi ve en güzeli, kişinin Allah yolunda, Allah için, yâni hasbeten lillâh mü'min kardeşini sevmesi ve hudud-u ilâhîyyeyi tecavüz edip isyan vadilerine sapmış, hevâ-yı nefislerinin ve şehvetlerinin kurbanı olarak evâmir-i ilâhîyyeye muhalefet ve mümâneat ile ömrü azizlerini ifnâ etmiş kimselere de, yine Allah için gazab etmektir; onlarla dostluk ve ahbaplığı kesmektir. Bu âsîler isterse babaları veya kardeşleri ve sâire olsun..." buyurmuşlar.


Bu, Allah için sevmek ve Allah için gazab etmektir ki, buna el-hubbü fillâh, el-buğzu fillâh derler. En efdal ameldir. Bu olmadıkça diğer yapılan amellerin ind-i İlâhîde kabule şayan olmadığı Cenâb-ı Hakk'ın Mûsâ Aleyhisselâm'a olan hitâb-ı celîlinde beyan olunmuştur. Şöyle ki:

"--Ya Mûsâ, benim için neler yaptın?" dediği zaman, namazından, orucundan, sadakasından bahsedince:

"--Onlar senin içindir: Namazın bürhan, orucun kalkan, sadakan ise sana gölge, zekâtın senin için nurdur. Binâen aleyh benim için ne yaptın?.." deyince:

"--Yâ Rabbi, delâlet buyur, bilemedim!" demiş.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri de:

"--Benim için hangi dostumu sevdin, hangi düşmanıma buğz ettin?" buyurmuşlardır.


Bundan anlaşılıyor ki, efdal-i a'mâl, hubbu fillâh ve buğzu fillâhtır. Bu sebepten her mü'min ve muvahhidin, Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmesi şarttır. İmanın kemâli bununla mukayyeddir. Ve bu sûretle daimî bir mücâhede ve mücadele içinde, sevap üzerine sevap alınır ki, bunların sevabını hiç bir amel ile elde etmeye imkân yoktur. Bu haslet Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir ameldir.

Onun için, buna sahib olan bahtiyarlar, kıyamet gününde herkesin havf ve hüzün içinde feryad ü figanlarla bir kurtuluş ve bir selâmet yolu aradıkları zamanda, Cenâb-ı Hakk'ın Arşının gölgelerinde, nurdan ve incilerden kürsüler üzerinde, nurdan esvablar içinde nurânur olacaklardır. Peygamberlerin, şehidlerin ve sıddıkların gıbta ettikleri fevkalâde saltanatlar içinde ve Cenâb-ı Hakk'ın himâyesinde olduklarından, kendilerine hiç bir korku ârız olmayıp;

"Lâ havfün aleyhim velâ hüm yahzenûn" sırrına mazhar olacaklardır.

Binâen aleyh sevmek-sevilmek kadar mühim ve çok elzem bir amel bulmak mümkün değildir. Râbıta-i İslâmın esasını ve kökünü teşkil etmektedir Bunun ise, ancak hakîkat-i imanda birleşmekle mümkün olabileceği muhakkaktır. Yoksa iman ve İslâm'dan uzak olan kimselerin birleşmeleri ve sevgileri, ahiret alemi için hiçbir sevap ve değer taşımaz. Onların birbirleriyle sevgileri mutlaka bir menfaate dayandığı için, devamı da mümkün olmaz.

"El mu'minune vel muslimune kel cesedil vahid" [Mü'minler ve müslümanlar bir vücut gibidir.] sırrının tecellisi ancak ve ancak, Hak için bilâ-garaz sevişenler arasında tahakkuk edebilir. Bu sûretle kurulan cemiyetler de dâimâ ve en iyi bir şekilde pâyidâr olabilirler.


a. İmâm-ı Gazâlî KS'nin Kardeşlik Hakkındaki Îzahâtı


Kardeşliklerin birbirlerine karşı olan ihtiyacı, iki elin birbirlerine olan ihtiyacı gibidir. Gerek elleri yıkamakta ve gerekse sâir işlerde birbirine yardımı sayesinde işlerinde muvaffak oldukları ma'lumdur; halbuki bir el ile bunlar mümkün değildir. Buna binaen iki şahsın bir vücut gibi olmasının lüzum ve ehemmiyeti bildirilmiş oluyor. Bu sevgiyi Gazali üç kısma bölmüş: 1. Ednâ, 2. Evsat, 3. A'lâ.

1. Ednâ kardeşlik; birbirlerine karşı olan haklarda, kardeşini en az kendi evinde bakmağa mecbur olduğu hizmetkârlar mesâbesinde tutup, kardeşinin ihtiyacını, o istemeden evvel îfâ etmesidir. İstedikten sonraki verişi, hukuka riayetsizliğin alametidir ve kusurundan neş'et eder.

2. Evsat olanı da; kardeşini kendi yerine koyması, gerek malında ve gerek evinde ikàmete me'zun ve serbest olmasına razı olup, her cihetten kendi ihtiyaçlarında kardeşiyle müsâvi olmasını candan istemesidir. Hatta bazıları esvaplarını yırtarak ikiye bölmek sûretiyle ikramda bulunmuşlardır. Bütün bunların içten gelen bir arzu ve tam bir sevinç ve sürur ile olması şarttır.

3. A'lâya gelince, kardeşini kendi nefsine her bakımdan tercih etmesidir. Hattâ kendi muhtaç iken ekmeğini, suyunu, veya esvabını kardeşine vermektir ve hatta ölüm pahasına olsa dahi, bu mürüvveti ve bu ikram ve ihsanı yapmakdan kaçınmamaktır. Mâzîde bunların isbatı çok görülmüştür.


İhyâ-yı Ulûm'un 2. cildinin 150. sayfasında beyan olunduğu vechile Cüneyd-i Bağdadi (Rh.A)'in devrinde, aleyhlerinde yapılan bir ihbar üzerine, bir topluluğun katledilmesine hükm olunmuş. Adetleri bir hayli olan bu zavallıların içlerinde bulunan Ebül-Hüseyin Nûrî Hazretleri, sırası en gerilerde olduğu halde, ilk maktulün kendisi olması için, celladın önüne hemen atılmasıyla şaşıran celladın;

"--Niçin böyle yaptınız?" demesi üzerine:

"--Kardeşlerimin bir müddet daha yaşamalarını istiyorum da, onun için yapıyorum." demiş.

Bu keyfiyet hükümdara arz edilince, bu güzel hareket takdirle karşılanır, o cemaatın durumu daha dikkatle araştırılır, mâsumiyetleri meydana çıkar ve cümlesi afv olunurlar. Aleyhlerinde bulunanların cezalarının afvını da Cüneyd Hazretleri ve rüfekası hükümdardan taleb ile, cümlesinin birden afva mazhariyetlerine, işte o Ebül-Hüseyin Nûrî Hazretlerinin hayatını bile kardeşlerinin hayatına tercih edişi sebep olmuşdur. Müslümanlıkta en üstün makam bu makamdır ki, ancak hakiki müslümanlara ve sıddıklara mahsustur ve sevişenlerin en son dereceleridir. Bu üç mertebenin dışında olan sevgiler ve kardeşlikler, ancak bir merasimden ve isimden ibarettir. Hiç bir faydası ve kıymeti yoktur.


İşte bu muhterem ve âlîcenab insanlar, birbirlerinin evlerini ziyaret ettiklerinde, evlerinde olmasalar bile, kendi evlerinde imiş gibi yemek ve içmekte ve hattâ paralarında bile tasarruf etmekte idiler. Kardeşlik sevgi ve teklifsizliğinin icabı olan bu halin verdiği sevinçle, ev sahibi olan zâtların hizmetkârlarını ve câriyelerini azad ettikleri beyan edilmektedir. Bu bahtiyar kardeşlerin bir şeye ihtiyaçları olup da kardeşine arz ettiği zaman, kesesini önüne atıp, "İstediğin kadar al!" derlermiş.

Ca'fer ibn-i Muhammed Hazretleri düşmanlarının bile ihtiyaçlarını red etmemiş ve kardeşlerinin ihtiyaçlarını gidermeyen insanı, kardeşten bile saymamışlardır. Hattâ bu gibilerin cenaze namazlarını kılar gibi dört tekbir alıb, onları ölülerden addetmelidir, demişlerdir. Zîrâ bunlar kardeşlerinin bütün hallerini tarassud edip, evlerinin ihtiyaçlarını haberleri olmadan te'min ederler, borçlarını bile birbirlerinden haberdar olmayarak öderlermiş.

Binâen aleyh, insan kendi ihtiyacını ve çocuklarının ihtiyaçlarını nasıl düşünürse, kardeşlerinin ihtiyacını da aynı şekilde ve belki daha ehemmiyyetli olarak düşünmesi ve yapması lâyık ve lâzımdır. Daha a'lâsı, bazılarının kardeşlerini evlâd ve efrad-ı ailesinden daha üstün tuttukları da mervîdir. Zîrâ ehl ü ıyal insanı dünyaya sevk eder, kardeşler ise birbirlerine dâimâ ahireti hatırlar.


Hazret-i Hasan RA:

"--Bizim kardeşlerimiz bize evlâd ve iyalimizden daha sevgilidir." buyurmuştur.

Binâen alâ zâlik, ihvan arasında ayrılığa ve nefrete sebep olacak her şeyden son derece sakınmak ve kaçınmak lâzımdır.

Meselâ şakalaşma, eğlenme, istihzâ ve onu küçümseme gibi şeylerden tevakkî şarttır. Bunlardan kaçınmanın yegâne çaresi ise, insanın kendi varlık ve benliğini yenmesine bağlıdır. Varlığını ve benliğini yenemeyen insanlar, cemiyete faydalı olamazlar ve kardeşliklere hiçbir zaman devam edemezler.

Bu sebepten büyüklerimizin bizlere olan tavsiyeleri, kendimizi daima başkalarından aşağı görmekdir. Herkes kendini böyle görünce, o zaman insanların ve bâhusus kardeşlerin birbirlerine sevgi ve samîmiyeti fazla olur. Birbirlerine karşı saygı ve sevgileri artar ve dâim olur.


Sevginin devam ve bekàsına sebeb olan şeylerden birisi de kardeşlerin arzularına her zaman ve her şeyde hemen muvâfakat etmek ve hiç bir sûretle itiraz etmemektir. Hattâ, "Kalk gidelim!" denince; "Nereye?" diyeni bile makbul saymamışlardır. Bu muvafakatlarla birlikte bir de kardeşlerine karşı hizmeti cana devlet bilmeli ve mümkün olan her nevi yardımlardan geri kalmamalıdır. Muhtaç olanları, zuafâyı ve çocuklarını okutamayan zavallıları ve bâhusus yetim ve miskinleri bulup yardımlarına koşmalıdır.

Kardeşler arasında hediyeleşmek de, sevginin artmasında başlıca sebeplerdendir. Hediyeyi de yerine göre ve lâyıkı vechile yapmak lâzımdır. Güler yüz, tatlı dil de doğrusu yabana atılmaz, hele tatlı dil ve güler yüzle verilen selâmların kıymetine baha biçilmez.


Kardeşlere karşı saygısızlık, hürmetsizlik veya tahkirâmiz hareketler, vâhi ve çirkin sözler, yüksek sesle konuşma, benlik, kibir ve gurur alâmeti olmakla beraber, hiçbir müslümana kat'iyyen yakışmayan pek çirkin vasıflardan ma'duttur. Çünkü mâdem ki müslüman müslümanın kardeşidir, hiç olmazsa onun bütün hukuklarını kendi hakları gibi bilmesi lâzımdır. Kendisine yapılmasına razı olmadığı bir hareketi, kardeşine karşı yapması elbette çok adice bir işidir. Onun için arkasından bile, gaybubetinde dahi haklarını muhafaza ve müdafaa şarttır.

Zîrâ kardeşinin, hattâ bir yabancının bile velev düşmanı dahi olsa, bir takım köpekler tarafından ısırılacağını görünce, acaba o anda vicdanı olan bir insan seyirci kalabilir mi? Nerede kaldı ki, canı gibi kıymetli kardeşinin ırzını, namusunu, şeref ve haysiyetini lekelerken susup durmak! Elbette doğru olmaz. Çünkü ırz, namus, şeref ve haysiyet her şeyden üstün ve kıymetlidir.

Onun için, Cenâb-ı Hak da Kur'an-ı Keriminde gıybeti haram kılmış ve ölü kardeşinin etini yemeye teşbih buyurmuştur.


Bir de kardeşlerinde kat'iyyen kusur aramağa ve görmeğe kalkma! Çünkü kusursuz insan bulunmaz. Peygamberler ve büyük velîler müstesna, hemen hemen herkesin iyi ve kötü tarafları vardır. İyiliği gàlib olanlara àdil denmiştir. Kardeşlerinin özürlerini kabul edip kusurlarını görmemek mü'minlerin şanından olup, kusur aramak da münafıkların alametidir buyurmuşlardır.

Kardeşler arasında münâfereti ve sevgisizliği doğuran sebeplerden birisi de, münakaşa ve mücadeledir. Bu huy çok mezmumdur. Ekseriyetle kendi zekasının üstünlüğünü göstermek için, benliğinde mündemic kibir ve gururdan ileri gelir.

Ebu'd-Derda RA Hazretleri, bir çiftçiyi tarlasını sürerken görmüş; bakmış ki öküzden biri kaşınmak için durunca, derhal eşi olan öteki öküz de durmuş. Bu hali görünce ağlayarak:

"--Şu hayvanlar bile birbirlerine muvafakat ediyorlar da, bu insanların (ve bâhusus tarikat kardeşlerinin) birbirlerine muhalefeti, mücadele ve münakaşası ne kadar çirkindir!" buyurmuşdur (İhyâ, c. 2, s. 157)


Ebû Hüreyre RA Hazretleri'ne bir tavsiyede bulunan Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Komşuluk ettiğin kimseye komşuluk hakkını güzel edâ et, yâni ona ikram ve ihsanda bulun ki, tam müslüman olasın!" buyurmuştur.

Bir kimse tam ve kâmil mü'min ve müslim olamaz, kendisi için sevdiği şeyleri mü'min ve müslüman kardeşleri için de sevmedikçe ve istemedikçe... Bir de, Müslüman kardeşine yük olmak, onu köle gibi kullanmak ve ondan istifade etmek için kardeş olunmaz. Belki onun yüklerini azaltmak ve ondan kendisinin ıslahına lâzım olan şeyleri öğrenmek için kardeş olunur.


Hazret-i Ömer RA Hazretleri bile, Selman-ı Fârisî RA Hazretleri'ne gelip:

"--Benim hakkımda sana kerih gelen ne gibi şeyler işitiyorsun?" demiş.

O da özür diledikten sonra:

"--Sizin iki takım esvabınızın olduğunu ve onun birini gece, birini de gündüz giydiğinizi ve yemeklerinizde iki kap yemek bulunduğunu işitiyorum." buyurmuşlar.

Hazret-i Ömer RA Hazretleri:

"--Başka var mı?" deyince;

"--Hayır!" diye cevap vermişler.

Bundan anlaşılıyor ki, insan kardeşini, kendi ayıblarını ve kusurlarını öğrenmek için kardeş ediniyor, yoksa onun ayıplarını ve kusurlarını görmek için değil.


Ebû Bekir el-Kettânî (Rh.A) Hazretleri anlatılıyor:

"--Bir kişi bana musàhib oldu, fakat onun sohbeti bana çok ağır geliyordu. Bir gün kendisine epeyce bir şeyler hediye ettim; fakat bir türlü o sıklet ve ağırlık benden gitmedi. Nihayet kendisini evime götürdüm ve yüzümü yere koydum; kendisinden ayaklarıyla yüzüme basmasını istedim. O, yüzüme ayaklarını koydu, sonra benden o ağırlık ve sıklet gitti."

Yâni insanların benliği her şeyi mahv etmekte, tevazu ve mahviyet de her şeyi halletmektedir.


b. Kusurlarından Nâşi Kardeşleri Terk Etmemek

Ebüd-Derdâ RA Hazretleri bu hususta buyurmuşlar ki:

"--İnsan bazan dürüst, bazan da eğri olabilir. Bunun için hemen şu veya bu kusuru vardır, diye terk olunmaz."

İbrâhim en-Nehâî (Rh.A) Hazretleri:

"--Kardeşini, yaptığı günahtan nâşi sakın terk etme! Çünkü bugün günah işlerse, umulur ki yarın da terk eder. Hele alimin hatasını kat'iyyen söylemeyiniz ve ondan ayrılmayınız, tevbesini bekleyiniz." buyurdu.


Yine iki kardeşten biri yoldan çıkmış. Diğer kardeşine demişler ki:

"--Senin kardeşin yoldan çıktı."

O da Cenâb-ı Hakk'a ahd etmiş ve yalvarmış ki:

"--Yâ Rab! Benim kardeşime salâh-ı hal nasib edinceye kadar yiyip içmeyeceğim."

Tam kırk gün bu hal ile geçmiş. Fakat Cenâb-ı Hak da bu sàdık kardeşinin duasını kabul edip, yoldan çıkan kardeşine salâh-ı hal nasib etmiş.


Hazret-i Ömer RA Hazretleri hakkında da buna benzer bir rivayet vardır. Şöyle ki:

Hazret-i Ömer RA'ın Şam'da bir kardeşliği varmış. Onun yoldan çıktığını duyunca, kendisine bir mektub göndermiş ve Kur'an'dan, Cenâb-ı Hakk'ın günahları afvedici ve tevbeyi kabul edici ve aynı zamanda şedidül-ikàb olduğunu bildiren Hâ-mîm Suresi'nin başındaki ayetleri yazmış. Bu mektubu alan kardeşi de Hazret-i Ömer RA'a dua ile birlikte tevbekâr olmuştur.


İster kardeş, ister yabancı biri, çamura, batağa veya denize düşerse, sen de onu orada görüp kurtarmağa gücün yeterken bırakıp geç sen, revâ ve hak mıdır, insana yakışır mı?.. Elbette günahlar da böyle bir bataklıktır. Düşenlerin kurtarılması için çalışmak, hem insânî, hem vicdânî ve hem de kardeşlik, dinî sevgi ve muhabbetin icabı, bir vazife-i mühimmedir.

İhmal edenler, muhakkak mânevî mes'uliyetten kendilerini kurtaramazlar. Cenâb-ı Hak cümlemizi afv ü mağfiretine mazhar eyleyip tevfîkàt-ı samedâniyyesine nâil eylesin de, din kardeşlerimizi candan sevmek ve sevginin icabı olan her çeşit yardım, muàvenet ve muvâfakatleri îfâ etmek nasib eylesin ve ahirette Allah için sevişenlere va'dolunan Cennetin yüksek makamlarına eriştirsin... Lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn sırrına nâil eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, salevâtullàhi aleyhim ecmaîn...

Tasavvufi Ahlâk-1
murat
Posts: 8
Joined: 08 Nov 2007, 00:03
Kan Grubu: B (+)

Re: Mü'minlerin Kardeşlik Vazifeleri

Post by murat »

Esselamun Aleyküm Halil Necati abi! yayımlayacagınız yazılar biraz daha kısa olursa çok sevinirim... maaşlallah formumuzda o kadar güzel iletiler var ki; hepsini de sıkılmadan okumak istiyorum ama uzun olunca biraz fazla vakit kaybediyorum... Allah ( c.c) siz ve sizin gibi ihvanlarımızdan razı olsun.. . selam ve dua ile.. .

murat beluk
User avatar
Halil Necati
Posts: 618
Joined: 02 Nov 2007, 19:54

Re: Mü'minlerin Kardeşlik Vazifeleri

Post by Halil Necati »

Halil Necati wrote:MÜ'MİNLERİN KARDEŞLİK VAZİFELERİ

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbül-Felak Hazretleri Sûre-i Hucurat'ta mü'minlerin kardeş olduğunu bildirmiş; bunu da bir edâ-yı tahsis ile te'kid buyurmuştur. Böylece:

"Mü'minler ancak kardeşlerdir." fermân-ı celîlesi sàdır olmuştur. Bu edâ-yı tahsis bir de alimler hakkında sàdır olmuştur ve; "Allah'tan korkanların ancak ulemâ olduğu" beyan buyrulmuştur. Buna binâen ulemâ-i kirâm hazretleri buyurmuşlar ki: Havf ve haşyet yâni Hak korkusu, ilmin mülâzimidir. Bu sebeple havf ü haşyetten, yâni korkudan àrî olan, kaçınılması ve sakınılması lâzım olan günahları irtikâb eden kimselerin ilim sahibi olmaları, yâni hakîkî ulemâdan olmaları mümkün olmaz. Çünkü ilmin sıfatı olan haşyet kendisinde olmadığından, bildiklerinin hiçbir kıymeti olmaz. Bunun gibi, kardeşlik haklarına riayet etmeyen Müslümanların, mü'minlerin de kıymeti o kadardır.

Hazret-i Ömer RA'ın halife-i rûy-i zemin olduğu halde, bir kölesine karşı gösterdiği şefkat ve merhameti, insanlara ve bâhusus mü'minlere bilfiil göstermesi ne kadar şayan-ı takdir ve tebriktir. Bu halin bütün müslümanlarca, birbirlerine karşı kardeşlik haklarına riayeten yapılması elbette çok lâzımdır. Zîrâ bütün mü'minlerin bir cesed gibi yekpâre olduklarını bir hadis-i şerif ifade etmiştir. Binâen aleyh nasıl bir taraflarının ağrıması ve sızlaması, bütün vücudun rahatsız olmasına sebeb oluyorsa, mü'min ve müslümanlardan birinin rahatsızlığı da hepsini rahatsız eder. Eğer rahatsız olmuyorsa ve hiç umursamıyorsa, onun imanının çok zayıf olduğunun alâmetidir.

Çünkü meselâ, el veya ayak parmaklarının bir sebepten nâşi kesilmesinden haberi olmayan bir insanın, ya morfinlenmiş veya ölüme yaklaşmış olduğu anlaşılır. Bu hal ancak ölüm hali olabilir. Artık kendisinden faydalanmak mümkün değildir. İşte bunun gibi hakîkî mü'min, kardeşinin sürûru ile mesrur, gam ve kederiyle mağmum ve mükedder olur.


Bu sebepten, insanın nefsiyle mücâhede edip onu kemâle ulaştırması en mühim vazifelerinden biridir. Bir mü'minin bir mü'min kardeşini hasbeten lillah sevmesi, imanın lezzetini bulmasına kâfîdir. Biribirlerini hasbeten lillah sevenlerin, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin nihayetsiz eltàf-i sübhàniyyesine nâil olması, melekleri bile imrendirmiştir. Halık-ı Zülcelâl Hazretleri'nin de kendisini sevdiğini beyan buyurmaları ve bâhusus kıyamet gününde nail olacağı hususi ikram ve ihsanlara peygamberlerin, sıddıkların ve şühedânın bile gıpta ettiklerinin pek açık bir lisânla beyan buyrulması, kardeşlik haklarına riayetin ne kadar kıymetli ve ehemmiyetli olduğunu pek güzel bir şekilde izah etmektedir.

Onun için, hac vazifesini yapan bir müslümanın bir gazasının kırk hacdan; hac vazifesini yapmayanın bir haccının da kırk gazadan hayırlı olmasının hikmeti ne güzel anlaşılır. Binâen aleyh, mü'min dâimî bir cihad halindedir. Bu cihad, Allah-u Teâlâ'ya hiçbir sûretle isyan etmeyip, emirlerini tutup, yasaklarından kaçmaktır.


Abdullah ibn-i Mübârek KS buyurmuşlar ki:

"Asıl cihad nefsi ve hevâsıyla olan mücâhededir. Zîrâ düşmanla cihad her zaman olmaz. Bazan muharebe olsa da, bazan da sulh ve selâmette olunur. Halbuki nefsi ve hevâsıyla mücâhede ölünceye kadar, geceli gündüzlü devam etmektedir. Çünkü küffâr ile muharebede gàlib olursa ganimete nâil olur. Şayet ölürse, o zaman da en büyük mertebe olan şehadet mertebesine ulaşır. Halbuki şeytanı, nefsi öldürmeğe imkân yoktur. Amma şeytan bizi aldatmak sûretiyle öldürürse, --ki bu Allah-u Celle ve A'lâ'ya itaatten uzaklaşmak ve ona karşı asi olmaktır-- o zaman ebedî bir hüsrâna düşüleceği pek âşikârdır."

Bunun için, Hàtem-i Esam nâmıyla meşhur, abid ve zâhid bir zât demiş ki:

"Hudut bekçiliği nefsimedir, silâhım da amelimdir. Dinim ganimetim, şeytan düşmanım, ben de nefsimle dâimâ gazâdayım. Yâni benim hududum ancak nefsimdir. Onu yanlış yollara gitmekten korumak da elbette benim vazifemdir. Binâen aleyh, onun bekçiliği en büyük ve en mühim bekçiliktir."


Efendimiz SAS Hazretleri, ashàb-ı kiram hazerâtına:

"--Râbıta-i İslâm'ı en iyi bir şekilde muhafaza etmek, müslümanlar arasında İslâm bağlarını sağlamlaştırmak ve onu daima ayakta tutmak için, en sağlam ve mu'temed olan şey nedir?" demişler.

Ashàb-ı kiram hazerâtı da, evvelâ namazı öne sürmüşler;

"--Namazdır." demişlerse de, Efendimiz SAS Hazretleri:

"--O bir hasenedir, güzel şeydir, amma o değildir." buyurmuş.

Sonra orucu söylemişler.

"--O da bir hasenedir, güzel şeydir, amma o da değil!" buyurmuşlar.

O zaman:

"--Öyleyse cihaddır." demişlerse de, Efendimiz Hazretleri:

"--Hayır o da hasenedir, güzeldir, fakat rabıta-ı İslâmın, yâni İslam bağlılığının en kıymetli mutemedi, temeli ve en sağlamı, en iyisi ve en güzeli, kişinin Allah yolunda, Allah için, yâni hasbeten lillâh mü'min kardeşini sevmesi ve hudud-u ilâhîyyeyi tecavüz edip isyan vadilerine sapmış, hevâ-yı nefislerinin ve şehvetlerinin kurbanı olarak evâmir-i ilâhîyyeye muhalefet ve mümâneat ile ömrü azizlerini ifnâ etmiş kimselere de, yine Allah için gazab etmektir; onlarla dostluk ve ahbaplığı kesmektir. Bu âsîler isterse babaları veya kardeşleri ve sâire olsun..." buyurmuşlar.


Bu, Allah için sevmek ve Allah için gazab etmektir ki, buna el-hubbü fillâh, el-buğzu fillâh derler. En efdal ameldir. Bu olmadıkça diğer yapılan amellerin ind-i İlâhîde kabule şayan olmadığı Cenâb-ı Hakk'ın Mûsâ Aleyhisselâm'a olan hitâb-ı celîlinde beyan olunmuştur. Şöyle ki:

"--Ya Mûsâ, benim için neler yaptın?" dediği zaman, namazından, orucundan, sadakasından bahsedince:

"--Onlar senin içindir: Namazın bürhan, orucun kalkan, sadakan ise sana gölge, zekâtın senin için nurdur. Binâen aleyh benim için ne yaptın?.." deyince:

"--Yâ Rabbi, delâlet buyur, bilemedim!" demiş.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri de:

"--Benim için hangi dostumu sevdin, hangi düşmanıma buğz ettin?" buyurmuşlardır.


Bundan anlaşılıyor ki, efdal-i a'mâl, hubbu fillâh ve buğzu fillâhtır. Bu sebepten her mü'min ve muvahhidin, Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmesi şarttır. İmanın kemâli bununla mukayyeddir. Ve bu sûretle daimî bir mücâhede ve mücadele içinde, sevap üzerine sevap alınır ki, bunların sevabını hiç bir amel ile elde etmeye imkân yoktur. Bu haslet Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir ameldir.

Onun için, buna sahib olan bahtiyarlar, kıyamet gününde herkesin havf ve hüzün içinde feryad ü figanlarla bir kurtuluş ve bir selâmet yolu aradıkları zamanda, Cenâb-ı Hakk'ın Arşının gölgelerinde, nurdan ve incilerden kürsüler üzerinde, nurdan esvablar içinde nurânur olacaklardır. Peygamberlerin, şehidlerin ve sıddıkların gıbta ettikleri fevkalâde saltanatlar içinde ve Cenâb-ı Hakk'ın himâyesinde olduklarından, kendilerine hiç bir korku ârız olmayıp;

"Lâ havfün aleyhim velâ hüm yahzenûn" sırrına mazhar olacaklardır.

Binâen aleyh sevmek-sevilmek kadar mühim ve çok elzem bir amel bulmak mümkün değildir. Râbıta-i İslâmın esasını ve kökünü teşkil etmektedir Bunun ise, ancak hakîkat-i imanda birleşmekle mümkün olabileceği muhakkaktır. Yoksa iman ve İslâm'dan uzak olan kimselerin birleşmeleri ve sevgileri, ahiret alemi için hiçbir sevap ve değer taşımaz. Onların birbirleriyle sevgileri mutlaka bir menfaate dayandığı için, devamı da mümkün olmaz.

"El mu'minune vel muslimune kel cesedil vahid" [Mü'minler ve müslümanlar bir vücut gibidir.] sırrının tecellisi ancak ve ancak, Hak için bilâ-garaz sevişenler arasında tahakkuk edebilir. Bu sûretle kurulan cemiyetler de dâimâ ve en iyi bir şekilde pâyidâr olabilirler.


a. İmâm-ı Gazâlî KS'nin Kardeşlik Hakkındaki Îzahâtı


Kardeşliklerin birbirlerine karşı olan ihtiyacı, iki elin birbirlerine olan ihtiyacı gibidir. Gerek elleri yıkamakta ve gerekse sâir işlerde birbirine yardımı sayesinde işlerinde muvaffak oldukları ma'lumdur; halbuki bir el ile bunlar mümkün değildir. Buna binaen iki şahsın bir vücut gibi olmasının lüzum ve ehemmiyeti bildirilmiş oluyor. Bu sevgiyi Gazali üç kısma bölmüş: 1. Ednâ, 2. Evsat, 3. A'lâ.

1. Ednâ kardeşlik; birbirlerine karşı olan haklarda, kardeşini en az kendi evinde bakmağa mecbur olduğu hizmetkârlar mesâbesinde tutup, kardeşinin ihtiyacını, o istemeden evvel îfâ etmesidir. İstedikten sonraki verişi, hukuka riayetsizliğin alametidir ve kusurundan neş'et eder.

2. Evsat olanı da; kardeşini kendi yerine koyması, gerek malında ve gerek evinde ikàmete me'zun ve serbest olmasına razı olup, her cihetten kendi ihtiyaçlarında kardeşiyle müsâvi olmasını candan istemesidir. Hatta bazıları esvaplarını yırtarak ikiye bölmek sûretiyle ikramda bulunmuşlardır. Bütün bunların içten gelen bir arzu ve tam bir sevinç ve sürur ile olması şarttır.

3. A'lâya gelince, kardeşini kendi nefsine her bakımdan tercih etmesidir. Hattâ kendi muhtaç iken ekmeğini, suyunu, veya esvabını kardeşine vermektir ve hatta ölüm pahasına olsa dahi, bu mürüvveti ve bu ikram ve ihsanı yapmakdan kaçınmamaktır. Mâzîde bunların isbatı çok görülmüştür.


İhyâ-yı Ulûm'un 2. cildinin 150. sayfasında beyan olunduğu vechile Cüneyd-i Bağdadi (Rh.A)'in devrinde, aleyhlerinde yapılan bir ihbar üzerine, bir topluluğun katledilmesine hükm olunmuş. Adetleri bir hayli olan bu zavallıların içlerinde bulunan Ebül-Hüseyin Nûrî Hazretleri, sırası en gerilerde olduğu halde, ilk maktulün kendisi olması için, celladın önüne hemen atılmasıyla şaşıran celladın;

"--Niçin böyle yaptınız?" demesi üzerine:

"--Kardeşlerimin bir müddet daha yaşamalarını istiyorum da, onun için yapıyorum." demiş.

Bu keyfiyet hükümdara arz edilince, bu güzel hareket takdirle karşılanır, o cemaatın durumu daha dikkatle araştırılır, mâsumiyetleri meydana çıkar ve cümlesi afv olunurlar. Aleyhlerinde bulunanların cezalarının afvını da Cüneyd Hazretleri ve rüfekası hükümdardan taleb ile, cümlesinin birden afva mazhariyetlerine, işte o Ebül-Hüseyin Nûrî Hazretlerinin hayatını bile kardeşlerinin hayatına tercih edişi sebep olmuşdur. Müslümanlıkta en üstün makam bu makamdır ki, ancak hakiki müslümanlara ve sıddıklara mahsustur ve sevişenlerin en son dereceleridir. Bu üç mertebenin dışında olan sevgiler ve kardeşlikler, ancak bir merasimden ve isimden ibarettir. Hiç bir faydası ve kıymeti yoktur.


İşte bu muhterem ve âlîcenab insanlar, birbirlerinin evlerini ziyaret ettiklerinde, evlerinde olmasalar bile, kendi evlerinde imiş gibi yemek ve içmekte ve hattâ paralarında bile tasarruf etmekte idiler. Kardeşlik sevgi ve teklifsizliğinin icabı olan bu halin verdiği sevinçle, ev sahibi olan zâtların hizmetkârlarını ve câriyelerini azad ettikleri beyan edilmektedir. Bu bahtiyar kardeşlerin bir şeye ihtiyaçları olup da kardeşine arz ettiği zaman, kesesini önüne atıp, "İstediğin kadar al!" derlermiş.

Ca'fer ibn-i Muhammed Hazretleri düşmanlarının bile ihtiyaçlarını red etmemiş ve kardeşlerinin ihtiyaçlarını gidermeyen insanı, kardeşten bile saymamışlardır. Hattâ bu gibilerin cenaze namazlarını kılar gibi dört tekbir alıb, onları ölülerden addetmelidir, demişlerdir. Zîrâ bunlar kardeşlerinin bütün hallerini tarassud edip, evlerinin ihtiyaçlarını haberleri olmadan te'min ederler, borçlarını bile birbirlerinden haberdar olmayarak öderlermiş.

Binâen aleyh, insan kendi ihtiyacını ve çocuklarının ihtiyaçlarını nasıl düşünürse, kardeşlerinin ihtiyacını da aynı şekilde ve belki daha ehemmiyyetli olarak düşünmesi ve yapması lâyık ve lâzımdır. Daha a'lâsı, bazılarının kardeşlerini evlâd ve efrad-ı ailesinden daha üstün tuttukları da mervîdir. Zîrâ ehl ü ıyal insanı dünyaya sevk eder, kardeşler ise birbirlerine dâimâ ahireti hatırlar.


Hazret-i Hasan RA:

"--Bizim kardeşlerimiz bize evlâd ve iyalimizden daha sevgilidir." buyurmuştur.

Binâen alâ zâlik, ihvan arasında ayrılığa ve nefrete sebep olacak her şeyden son derece sakınmak ve kaçınmak lâzımdır.

Meselâ şakalaşma, eğlenme, istihzâ ve onu küçümseme gibi şeylerden tevakkî şarttır. Bunlardan kaçınmanın yegâne çaresi ise, insanın kendi varlık ve benliğini yenmesine bağlıdır. Varlığını ve benliğini yenemeyen insanlar, cemiyete faydalı olamazlar ve kardeşliklere hiçbir zaman devam edemezler.

Bu sebepten büyüklerimizin bizlere olan tavsiyeleri, kendimizi daima başkalarından aşağı görmekdir. Herkes kendini böyle görünce, o zaman insanların ve bâhusus kardeşlerin birbirlerine sevgi ve samîmiyeti fazla olur. Birbirlerine karşı saygı ve sevgileri artar ve dâim olur.


Sevginin devam ve bekàsına sebeb olan şeylerden birisi de kardeşlerin arzularına her zaman ve her şeyde hemen muvâfakat etmek ve hiç bir sûretle itiraz etmemektir. Hattâ, "Kalk gidelim!" denince; "Nereye?" diyeni bile makbul saymamışlardır. Bu muvafakatlarla birlikte bir de kardeşlerine karşı hizmeti cana devlet bilmeli ve mümkün olan her nevi yardımlardan geri kalmamalıdır. Muhtaç olanları, zuafâyı ve çocuklarını okutamayan zavallıları ve bâhusus yetim ve miskinleri bulup yardımlarına koşmalıdır.

Kardeşler arasında hediyeleşmek de, sevginin artmasında başlıca sebeplerdendir. Hediyeyi de yerine göre ve lâyıkı vechile yapmak lâzımdır. Güler yüz, tatlı dil de doğrusu yabana atılmaz, hele tatlı dil ve güler yüzle verilen selâmların kıymetine baha biçilmez.


Kardeşlere karşı saygısızlık, hürmetsizlik veya tahkirâmiz hareketler, vâhi ve çirkin sözler, yüksek sesle konuşma, benlik, kibir ve gurur alâmeti olmakla beraber, hiçbir müslümana kat'iyyen yakışmayan pek çirkin vasıflardan ma'duttur. Çünkü mâdem ki müslüman müslümanın kardeşidir, hiç olmazsa onun bütün hukuklarını kendi hakları gibi bilmesi lâzımdır. Kendisine yapılmasına razı olmadığı bir hareketi, kardeşine karşı yapması elbette çok adice bir işidir. Onun için arkasından bile, gaybubetinde dahi haklarını muhafaza ve müdafaa şarttır.

Zîrâ kardeşinin, hattâ bir yabancının bile velev düşmanı dahi olsa, bir takım köpekler tarafından ısırılacağını görünce, acaba o anda vicdanı olan bir insan seyirci kalabilir mi? Nerede kaldı ki, canı gibi kıymetli kardeşinin ırzını, namusunu, şeref ve haysiyetini lekelerken susup durmak! Elbette doğru olmaz. Çünkü ırz, namus, şeref ve haysiyet her şeyden üstün ve kıymetlidir.

Onun için, Cenâb-ı Hak da Kur'an-ı Keriminde gıybeti haram kılmış ve ölü kardeşinin etini yemeye teşbih buyurmuştur.


Bir de kardeşlerinde kat'iyyen kusur aramağa ve görmeğe kalkma! Çünkü kusursuz insan bulunmaz. Peygamberler ve büyük velîler müstesna, hemen hemen herkesin iyi ve kötü tarafları vardır. İyiliği gàlib olanlara àdil denmiştir. Kardeşlerinin özürlerini kabul edip kusurlarını görmemek mü'minlerin şanından olup, kusur aramak da münafıkların alametidir buyurmuşlardır.

Kardeşler arasında münâfereti ve sevgisizliği doğuran sebeplerden birisi de, münakaşa ve mücadeledir. Bu huy çok mezmumdur. Ekseriyetle kendi zekasının üstünlüğünü göstermek için, benliğinde mündemic kibir ve gururdan ileri gelir.

Ebu'd-Derda RA Hazretleri, bir çiftçiyi tarlasını sürerken görmüş; bakmış ki öküzden biri kaşınmak için durunca, derhal eşi olan öteki öküz de durmuş. Bu hali görünce ağlayarak:

"--Şu hayvanlar bile birbirlerine muvafakat ediyorlar da, bu insanların (ve bâhusus tarikat kardeşlerinin) birbirlerine muhalefeti, mücadele ve münakaşası ne kadar çirkindir!" buyurmuşdur (İhyâ, c. 2, s. 157)


Ebû Hüreyre RA Hazretleri'ne bir tavsiyede bulunan Efendimiz SAS Hazretleri:

"--Komşuluk ettiğin kimseye komşuluk hakkını güzel edâ et, yâni ona ikram ve ihsanda bulun ki, tam müslüman olasın!" buyurmuştur.

Bir kimse tam ve kâmil mü'min ve müslim olamaz, kendisi için sevdiği şeyleri mü'min ve müslüman kardeşleri için de sevmedikçe ve istemedikçe... Bir de, Müslüman kardeşine yük olmak, onu köle gibi kullanmak ve ondan istifade etmek için kardeş olunmaz. Belki onun yüklerini azaltmak ve ondan kendisinin ıslahına lâzım olan şeyleri öğrenmek için kardeş olunur.


Hazret-i Ömer RA Hazretleri bile, Selman-ı Fârisî RA Hazretleri'ne gelip:

"--Benim hakkımda sana kerih gelen ne gibi şeyler işitiyorsun?" demiş.

O da özür diledikten sonra:

"--Sizin iki takım esvabınızın olduğunu ve onun birini gece, birini de gündüz giydiğinizi ve yemeklerinizde iki kap yemek bulunduğunu işitiyorum." buyurmuşlar.

Hazret-i Ömer RA Hazretleri:

"--Başka var mı?" deyince;

"--Hayır!" diye cevap vermişler.

Bundan anlaşılıyor ki, insan kardeşini, kendi ayıblarını ve kusurlarını öğrenmek için kardeş ediniyor, yoksa onun ayıplarını ve kusurlarını görmek için değil.


Ebû Bekir el-Kettânî (Rh.A) Hazretleri anlatılıyor:

"--Bir kişi bana musàhib oldu, fakat onun sohbeti bana çok ağır geliyordu. Bir gün kendisine epeyce bir şeyler hediye ettim; fakat bir türlü o sıklet ve ağırlık benden gitmedi. Nihayet kendisini evime götürdüm ve yüzümü yere koydum; kendisinden ayaklarıyla yüzüme basmasını istedim. O, yüzüme ayaklarını koydu, sonra benden o ağırlık ve sıklet gitti."

Yâni insanların benliği her şeyi mahv etmekte, tevazu ve mahviyet de her şeyi halletmektedir.


b. Kusurlarından Nâşi Kardeşleri Terk Etmemek

Ebüd-Derdâ RA Hazretleri bu hususta buyurmuşlar ki:

"--İnsan bazan dürüst, bazan da eğri olabilir. Bunun için hemen şu veya bu kusuru vardır, diye terk olunmaz."

İbrâhim en-Nehâî (Rh.A) Hazretleri:

"--Kardeşini, yaptığı günahtan nâşi sakın terk etme! Çünkü bugün günah işlerse, umulur ki yarın da terk eder. Hele alimin hatasını kat'iyyen söylemeyiniz ve ondan ayrılmayınız, tevbesini bekleyiniz." buyurdu.


Yine iki kardeşten biri yoldan çıkmış. Diğer kardeşine demişler ki:

"--Senin kardeşin yoldan çıktı."

O da Cenâb-ı Hakk'a ahd etmiş ve yalvarmış ki:

"--Yâ Rab! Benim kardeşime salâh-ı hal nasib edinceye kadar yiyip içmeyeceğim."

Tam kırk gün bu hal ile geçmiş. Fakat Cenâb-ı Hak da bu sàdık kardeşinin duasını kabul edip, yoldan çıkan kardeşine salâh-ı hal nasib etmiş.


Hazret-i Ömer RA Hazretleri hakkında da buna benzer bir rivayet vardır. Şöyle ki:

Hazret-i Ömer RA'ın Şam'da bir kardeşliği varmış. Onun yoldan çıktığını duyunca, kendisine bir mektub göndermiş ve Kur'an'dan, Cenâb-ı Hakk'ın günahları afvedici ve tevbeyi kabul edici ve aynı zamanda şedidül-ikàb olduğunu bildiren Hâ-mîm Suresi'nin başındaki ayetleri yazmış. Bu mektubu alan kardeşi de Hazret-i Ömer RA'a dua ile birlikte tevbekâr olmuştur.


İster kardeş, ister yabancı biri, çamura, batağa veya denize düşerse, sen de onu orada görüp kurtarmağa gücün yeterken bırakıp geç sen, revâ ve hak mıdır, insana yakışır mı?.. Elbette günahlar da böyle bir bataklıktır. Düşenlerin kurtarılması için çalışmak, hem insânî, hem vicdânî ve hem de kardeşlik, dinî sevgi ve muhabbetin icabı, bir vazife-i mühimmedir.

İhmal edenler, muhakkak mânevî mes'uliyetten kendilerini kurtaramazlar. Cenâb-ı Hak cümlemizi afv ü mağfiretine mazhar eyleyip tevfîkàt-ı samedâniyyesine nâil eylesin de, din kardeşlerimizi candan sevmek ve sevginin icabı olan her çeşit yardım, muàvenet ve muvâfakatleri îfâ etmek nasib eylesin ve ahirette Allah için sevişenlere va'dolunan Cennetin yüksek makamlarına eriştirsin... Lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn sırrına nâil eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn, salevâtullàhi aleyhim ecmaîn...

Tasavvufi Ahlâk-1
User avatar
yasemin.teknik
Posts: 36
Joined: 17 Apr 2008, 18:23
Kan Grubu: A (-)

Re: Mü'minlerin Kardeşlik Vazifeleri

Post by yasemin.teknik »

Müminler birbirleriyle iyi görüşüp konuşmalı, iyi münasebetler içinde, kardeşçe, birlik halinde yaşamalıdır. Muhabbet, tevazu ve nezaketle muamele, bu kardeşliğin değişmez esaslardandır. Münasebetlerimizin bu çerçevede tahakkuk etmesi, hiç şüphesiz birbirimizin hak ve hukuklarına saygı göstermemiz; üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmemize bağlıdır. Cenab-ı Mevlâ ayet-i celilede “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat, 10) buyuruyor.

Tarihimiz, yüce dinimizin vermiş olduğu bu kardeşlik anlayışının, kan bağı kardeşliğinden daha kuvvetli olduğunun misalleriyle doludur. Bu kardeşliğin insan hayatında her açıdan ehemmiyeti büyüktür. İster maddi, ister manevi alanda olsun...

Bu yüzden müminler arasındaki kardeşlik bağı Rabbimiz’in bir lütfudur, keremidir. İnsanlar yaratılış itibarıyla medenidirler; toplu bir halde yaşamak zorundadırlar. Bundan dolayı aralarında bir takım karşılıklı hak ve vazifeler cereyan eder. Bunlara riayet edilmedikçe toplum hayatı devam edemez; hiçbir işte intizam bulunamaz.

İşte bu vazifelerin başında, müslümanların dokunulmaz hukuklarına riayet etmek; canlarına, mallarına, namus, izzet ve şereflerine saygı göstermek gelir. Bu, Allahu Tealâ’nın emridir. Hakiki bir mümin, diğer mümin kardeşlerinin hukukuna riayet eder, saygı gösterir; asla haklarına tecavüz etmez, edemez. Ederse İslâm’a ihanet etmiş, Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz’in tabiriyle, iflas etmiş duruma düşmüş olur.

Evet; müslümanları daima kardeşliğe, birlik-beraberliğe, birbirlerini sevmeye, haklarına riayet etmeye davet eden Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz, bu davete uymayıp gelişi güzel hareketlerde bulunanları “müflis” diye vasıflandırmıştır. Müberra dinimizin önemli prensiplerinden biri de, “ için sevmek, için buğzetmek” tir. O halde müslüman, diğer kardeşlerini rızası için sevmelidir.

Müminlerdeki kardeşlik bağı başka hiçbir bağa benzemez; maddi menfaatlere dayanmaz, iman gibi azim bir kaynaktan beslenerek ahiret alemine uzanır. Ayet-i celilede, “’ın ipine sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın ve ’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın.” (Âl-i İmran, 103) buyuruluyor. Rabbimiz, inananlar arasında böyle bir kardeşliği ihdas ettikten sonra, takvalı olmalarını istiyor. Çünkü iyi ilişkiler kurma, sevme ve hoşgörülü olmanın yegane yolu takvadır.

Bu olduktan sonra Allah’ın yardımına yol bulunur. İslâm kardeşliği, diğer bağlar ve ilişkiler gibi lafta kalmaz. Kardeş için her türlü zorluğa katlanılır. Kendisi için istenilen herhangi bir şey mutlaka kardeş için de istenilir. Bu kardeşlikte, kıskançlık, bencillik, ayıpları yüze vurma yoktur.

Ve nihayet bu kardeşlik öyle bir noktaya ulaşır ki, “mümin, kardeşini kendisine tercih eder”. Mücella dinimizin emri bu doğrultuda iken, maalesef zamanımızda bu durumun tam tersiyle karşılaşıyoruz.

Müslümanlar -her nedense- diğer kardeşlerinin hukukunu gözetmede, o haklara hassasiyet göstermede ihmalkârlık içindeler. Yaptıklarının diğer kardeşlerinin haklarına zarar veriyor olduğunu düşünmüyorlar. İnsanlar adeta birbirinin kuyusunu kazıyor. Her iyilik bana olsun düşüncesiyle hareket edip, diğer kardeşlerinin çektiklerinden habersiz, bencil bir ruh haline bürünmüşler.

Maneviyat alemleri harebe haline gelmiş; sadece üç-beş günlük dünyaları için herşeylerini veriyorlar. Bütün bunların altında yatan asıl sebep, inananların dahi maneviyatlarını yavaş yavaş kaybetmiş olmalarıdır. Oysa insan maneviyattan uzaklaştığı takdirde, geriye et ve kemik yığınından ibaret bir ceset kalır.

Gariptir, insanlar birbirlerine karşı vazife hissinden çok, şahsi hak duygusu ile hareket etmekteler. Halbuki, insanların toplum olarak büyük işler başarmaları için, şahsi hak duygusundan ziyade karşılıklı vazife hisleriyle dolu olmaları lazımdır.

Bencillik her yerde daima kavga ve çekişmelere neden olmuştur. Oysa insanların birbirine karşı duydukları vazife hissi, daima barışçı ve yapıcı olmuştur.

Mümin, başkalarının hakkına en az kendi hakkı kadar saygı göstermek zorundadır. Bir ferdin, bir cemaatin, nihayet bir milletin hakları nerede başlar, nerede biter bunu bilmek yeterli değildir; bilip, aynen riayet etmek gerekir.

Bir mümini temel ahlâkî özelliklerinden olan hilm, rıfk ve lütuf Rabbimiz’in sıfatlarındandır. Hilm, intikam almaya gücü yettiği halde öfkeye sebep olacak söz ve davranışlara kızmamak, tahammül göstermektir. Rıfk ve lütuf ise, işlerde zorluk göstermemek, yumuşak davranmaktır.

Müslüman, davranışlarında hilm, rıfk ve lütufla hareket etmelidir. Zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olmalıdır. Çünkü Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, kendileri bu yüce sıfatlarıyla ahlâklanmış olduğu gibi, ümmetine de aynı şekilde davranılmasını tavsiye etmiştir.

Müslüman, sosyal kişiliği açısından da örnek insandır. İnsanlar arasında yaşayıp, onlarla muaşeret etmekle; örnek davranışları, hayırlı hizmetleri, hikmetli ve doğru sözleri ile topluma faydalı olmakla mükelleftir. Köşesine çekilip ayrı yaşamak, insanlarla alakayı kesmek doğru değildir. Bütün peygamberler toplumla haşır neşir olmuşlar, onların eza ve cefalarına katlanmışlar, hak ve hakikati bıkmadan, usanmadan tebliğ etmişler, onlardan biri olarak içlerinde yaşamışlardır.

Onların izinden giden alim, salih ve sadıklar da aynı şekilde hareket etmişlerdir. Tekrar hatırlatalım; mümin, her şeyden önce bencillikten, tamahkârlıktan, ihtirastan, intikam duygusundan ve şahsi menfaatini öne çıkarma hastalığından sıyrılmalıdır. Bu ise düşünüldüğünden daha güç bir iştir.

O halde, olumlu kullanıldığında fert ve toplulukları harekete geçiren birer saik olabilen bu hisleri düzene koymak ve büyük davaların hizmetinde kullanmak, çok asil bir terbiyeyi gerektirir. Bu asil terbiye ise, ancak en güzel mürebbi olan Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz ve O’nun vârisleri olan dostlarının terbiye mekteplerinde elde edilebilir.

Böyle manevi terbiye mekteplerinde yetişenler, sadece çevresindekilere veya hemhal olduğu dostlarına değil, bütün insanlığa güzel duygular beslerler, iyi muamelede bulunmaya gayret ederler. Hatta sadece insanlığa da değil, Rabbimiz’in yaratmış olduğu her şeye, her canlıya merhamet nazarıyla bakarlar. Yunus’un dediği gibi “yaratılanı yaratandan ötürü” severler; karıncayı dahi incitmekten çekinirler.

’ın kullarına hizmeti en güzel, en büyük vazife addederler... Sizlerle paylaştığım bu yazımızda, omuzlarımıza yüklenen vazifenin, emanetin ağırlığının, sorumluluğunun bilinci doğrultusunda bu hizmet kervanındaki yerimizi almış bulunuyoruz.

Emaneti teslim eden büyüğümüzden aldığımız bu hizmeti, bir bayrak yarışı addedip en ileriye, en güzele ve iyiye götürmeye, rıza-yı Bârî niyetiyle gayret edeceğiz. Zira düsturlarımızdan biri de, “insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” hadis-i şerifidir. Şimdiye kadar sizlerle bu köşeyi paylaşan büyüğümüz, üzerine düşen sorumluluğu en güzel biçimde yerine getirerek, insanlığı hakikatlerin ışığı ile aydınlattı. Biz de inşaallah bu büyüklerimizin izinde ve murakabeleri altında, elimizden gelen gayreti sarfetmeye çalışacağız.
Post Reply

Return to “Kardeşlik”