HAZF ve ZİKİR

Başta hocaefendilerimiz olmak üzere büyük zatların tasavvuf tanımları, tasavvufun inceliğine dair yazılar, vs...
Post Reply
mnctosman

HAZF ve ZİKİR

Post by mnctosman »

HAZF ve ZİKİR
Prof. Dr.Fadıl Hasan Abbas

KUR'ÂN KÜLTÜRÜ

Sahabeden bu yana, büyük ölçüde usûl-i tefsir çerçevesi dahilinde, Kur'ân, yorum ve tefsire tâbi tutulmuştur. Tabii, tefsir derken onun da bir sürü şartı ve usûlü vardır. Bu arada re'y ile tefsiri küfür sayanlar olmuştur.

Tefsirde ilk misal Efendimiz (sav)'dir. Bu itibarla, önce O'nun hayatına bakılıp, model çıkarılmalı, sonra da sahabeye müracaat edilmeli.. daha sonra da, insan aklı, insan düşüncesi ve insan muhakemesinin bir hikmet-i vücûdu olabileceği mülâhazasıyla Kitap ve Sünnet atkıları arasında re'y örgülerine gidilmelidir.

Ancak, her ne olursa olsun mutlaka Kur'ân dili ortaya çıkarılmalı ve İslâm dünyasındaki bütün eserler mutlaka yeniden gözden geçirilmelidir. Kur'ân beşer için nazil olmuş ve Efendimiz (sav) tarafından da namazda okunması tâlim edilmiştir. Ne var ki böylesine hayatımızı şekillendirmek için nazil olan Kur'ân'ı, bugün insanımız gerektiği gibi bilemiyor, hatta bilme gayreti de göstermiyor. Onu, sadece namazda ve namaz sûreleri olarak okunan kadarıyla biliyor. Halbuki Kur'ân okunurken o insanın içine sinmeli, okuyan onu düşünmeli ve ondan bir kısım esintiler duymaya çalışmalıdır. Aksi halde onu anlamış sayılmayız. Kur'ân-ı Kerîm, Efendimiz (sav)'in ifadesiyle en az ayda bir defa hatim edilmelidir. Evet hatim, üç-beş güne sıkıştırılmamalıdır. Zira o zaman, düşünmeden okunmuş olur. Kur'ân baştan sona mülâhaza edilmeli ve bir bütün olarak ele alınmalıdır. O, bir âyet oradan bir âyet buradan bölük-pörçük anlaşılamaz. Kur'ân'ı anlamak için bir o kadar da sünnetin bilinmesi lazımdır. Yoksa M. İkbal'in ifadesiyle, çok defa "Kalpler mü'min, kafalar da kâfir" olur. Sünnet, Kur'ân'ın tertibi ve hayata geçirilişini ifade eder. Bu yüzden o bilinmezse, Kur'ân kültürü anlaşılmaz. Anlaşılmadığı için de tabiî olarak hayata geçirilemez.

Efendimiz, "Onlar bir vadide, Kur'ân ayrı bir vadidedir" buyurarak, ümmetine âit negatif görüntülerden birini dile getirir. Bu hadisten bizim anladığımız ve aldığımız, ümmetin Kur'ân kültüründen uzaklaşacağı şeklindedir ki; en az beş asırdır Müslümanlar böyle bir mahrumiyetin cenderesi içinde oldukları söylense hata yapılmış olmaz.

Son iki asır itibariyle ise, Kur'ân kültürüne vâkıf insan sayısı yok denecek kadar azdır. Daha önceki üç asırda bu nisbet, mevcudun üçte birine ulaşıyor olduğu söylenebilir.

Bununla beraber günümüzde Kur'ân'a ciddi bir yöneliş var. Daha önceleri yaşanmış mahrumiyet, sanki içlerde sadece hasret mayalamış da, şimdilerde insanımız, önü alınmaz bir hasretin şevkiyle ve olabildiğince bir coşku ve heyecanla Kur'ân rûhuna ve Kur'ân kültürüne yönelmektedir.

Gerçek Kur'ân kültürü; Kur'ân'ın dünya ve ukbayı kucaklayan derinliğiyle alınıp hayata maledilmesiyle mümkündür. Eşya ve hâdiseleri Kur'ân perspektifinde yorumlama, Kur'ân kültürüne âit ayrı bir televvündür. Şimdilerde dünyamız pek çok yanı itibariyle, bu kültür televvünüyle âdetâ renk renk açmış çiçeklerle dolu bir bahçeye benziyor...

Ondaki güzellik ve râyiha, her isti'dât sahibini kendinden geçirecek kadar büyüleyicidir. Evet sanki şimdiler, büyük isti'dâtların Kur'ân dünyasına dehalet mevsimi gibi. Gelecekte, bu anlayış daha bir gelişecek ve -inşaALLAH- hayatı bütün üniteleriyle tesir sahasına çekecektir.

Kimbilir belki de o, yarınki dünya hayatının bizzat kendisi olacaktır! (Fasıldan Fasıla-2, 169-171)

Kur'ân-ı Mu'cizu'l-Beyan'ın i'cazının şaheserliğine ve icazının güzelliğine misâllerden biri de Kur'ân'daki hazf(*) ve zikr mevzuûdur. Sözü daha fazla uzatmadan Kur'ân-ı Kerim'deki bazı âyetlere göz atarak bu hususu aydınlatmağa çalışalım.

Birinci Misal: ALLAHu Teâla Nisa sûresinde şöyle buyurmaktadır; "(Nikah ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin) Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu afiyetle, rahatça yiyin" (Nisa, 4/4).

Ayette geçen "Henien" kelimesinin aslı el-Henîe olup, manası; sevinmek, lezzet almak ve afiyeti olmaktır. "Merîen" kelimesi ise el-Merî'den gelip, manası; yemeğin rahatça boğazdan geçmesi, hoş olması ve sonucunun iyi olmasıdır. 1

Görüldüğü gibi âyet-i kerimede her iki sıfat birlikte zikrolunmuştur. Malum olduğu üzere bir şeyin lezzetli olması neticesinin iyi olmasını ve sonucundan da memnun kalınmasını gerektirmez. Zira ALLAHu Teâla birçok âyette cennet ehline hitab ederken; "İşlediğiniz amellere karşılık afiyetle yiyin, için" (Mürselât, 77/43).

"Yiyin için, afiyet olsun, (dünyada) geçmiş günlerde takdim ettiğiniz salih amellere karşılık olarak" (Hakka, 69/24). buyurmaktadır. Bilindiği gibi cennet ehlinin lezzet aldığı nimetlerin neticeleri de güzeldir ve memnun kalınır. Binaenaleyh cennet ehlinden bahseden son iki âyette "Merîen" tabirinin zikri gerekmez. İhtiyaç da yoktur. İşte Kur'ân-ı Kerim ihtiyaç hasıl olmadıkça ve makam gerektirmedikçe bir kelime dahi israf etmemektedir.

İkinci misal: ALLAHu Teâla: "Kadınlara zorla varis olmanız size helal olmaz" (Nisâ, 4/19) buyurmaktadır. Oysa Kur'ân-ı Kerim'de yasaklanan şeylerin çoğunluğu nehiy edatı ile birlikte gelmektedir.

"Çocuklarınızı öldürmeyin" (İsra, 17/31).

"Zinaya yaklaşmayın!" (İsra, 17/32).

"Yetimin malına da yaklaşmayın!" (İsra, n/34).

".. Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin!" (Hucurat, 49/11).

"Birileriniz diğerlerini (arkasından) çekiştirmesin!" (Hucurat, 49/12) gibi. Fakat Nisa sûresinde bahsolunan âyet-i kerime nehiy edatı ile gelmemiştir. Bir başka ifadeyle "Kadınlara zorla vâris olmayın denmemiştir". Bu âyet üzerinde durup farklılığının sebebini araştırdım. Ve bu âyete benzeyen; "Kadınlarınıza verdiğiniz mehirleri geri almanız size helal olmaz" (Bakara, 2/229) misalinde olduğu gibi diğer âyetleri de yan yana getirdiğimde RABBİMe sonsuz hamd ve senâ olsun şu neticeye vardım: Bu kelime (Lâ yehıllü) insanların uzun müddettir yapageldiği, alışkanlık kazandığı ve o işi yapmalarında herhangi bir beis görmedikleri durumlarda gelmektedir. Fakat dikkat edilecek olursa Kur'ân-ı Kerim'de bu kelimenin zikrolunmadığı, yasaklama konulan aslen insan tabiatının nefretle karşılayıp, örfün de kabul etmediği durumlardır.

Üçüncü misal: Kur'ân-ı Kerim'de iki âyet zaferin ancak Cenâb-ı Hakk'a ait olduğunu ve kimsenin ona bir dahli olmayacağını vurgular. Bunlardan biri; "Zafer ancak aziz ve hakim olan ALLAH'tandır" (Âl-i İmran, 3/ 126). Diğeri ise: "Zafer ancak ALLAH'tandır. ALLAH her şeye mutlak gâlip, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Enfal, 8/10).

Malum olduğu üzere, Enfal süresindeki âyet nüzul açısından daha öncedir ve Müslümanların düşmanları ile giriştikleri ilk savaş olan Bedir'den bahseder. Bu durumda onlar, nefislerinin itmi'nana ve kalplerinin sebata en çok ihtiyacı olan kimselerdir. Belâgatın psikolojik yönünün ağır bastığı ve insan nefsine etkisinin tartışılmazlığı gerçeği ile Enfal sûresine muhatab olan Müslümanların, ALLAH'ın mutlak galip ve yegâne hüküm ve hikmete sahip olduğu hakikatlerini ( ) tekid edatı ile perçinleştirmesi Kur'an'ın i'cazına daha uygun olmalıdır. Görüldüğü gibi bu edat Âl-i İmran sûresinde zikrolunmamıştır. Zira bu âyetler kelimâtullahtır.

"Biz bu Kur'ân'ı hakkı tesbit için indirdik ve o hikmet ile indi" (İsra, 17/105).

Dördüncü misal: Kur'ân-ı Kerim'de "Kim ALLAH'a ve Resulüne karşı gelirse ona ALLAH'ın azabı çok şiddetlidir" (Enfâl, 8/13). Ve "Kim ALLAH'a karşı gelirse şüphe yok ki ALLAH çok şiddetli azab edicidir" (Haşr, 59/4) âyetlerine dikkat edildiğinde mezkur olan son âyette Lafz-ı Celâlin yanında Rasulullah zikri yoktur. Zira bu âyet Beni Nadîr'den bahsetmektedir. Enfal süresindeki âyet ise Rasulullahı kasdetmektedir. Zira bu sûre Bedir'den bahisle Mekke ehlini, anlatmaktadır. Malumdur ki Mekke ehli yeni bir din olma hasebiyle İslâm'a, şahsî hased ve kin besleme yönüyle de Rasulullah'ın şahsına düşmanlardı. Bu makamda O'nun (sav) zikri gerekmekteydi. Hatta Zuhruf sûresindeki diğer bir âyette "Yine şöyle dediler: Şu Kur'ân, iki memleketten (Mekke ve Tâif) bir büyük adama (mal ve mevkisi büyük birine) indirilseydi ya!.." (Zuhruf, 43/31) buyrulmaktadır.

Beşinci misal: Cihad Kur'ân-ı Kerim'de bazan mü'minlere emir makamında bazen de övgü makamında zikrolunmaktadır. Birinci kısma misal: "Ey müminler, gerek hafif (suvari) gerek ağırlıklı (piyade) olarak seferber olun ve mallarınızla, canlarınızla ALLAH yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için pek hayırlıdır" (Tevbe, 9/41).

İkinci kısma misal de; "İman edenler, hicret edenler, ALLAH yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlar ALLAH katında daha büyük derecelere sahiptirler. İşte bunlar dünya ve ahiret saadetine kavuşanlardır. Rableri onlara kendinden bir rahmet ve rıza ile içinde tükenmez nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onlar cennetlerde ebedî olarak kalıcıdırlar. Muhakkak ki en büyük mükafat ALLAH katındadır" (Tevbe, 9/20-22).

Dikkat edilirse âyetlerde zikri geçen "cihad" bir yönden mal ve can ile diğer yandan da bu cihadın ALLAH yolunda olması ile irtibatlanmıştır. Bunlardan 1. âyette olduğu gibi bazen mal ve can takdim olunmuş, bazen de 2. âyette olduğu gibi "ALLAH yolunda" ibaresi takdim olunmuştur. Bizi doğrudan ilgilendiren şimdi gelecek olan âyet-i kerîmedir. Bu âyet; "Fakat Peygamber ve O'nun beraberindeki müminler, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar bunların. Ve asıl kurtuluşa erenler de işte bunlardır. ALLAH onlara altlarından nehirler akan cennetler hazırladı. İçlerinde ebedî olarak kalacaklar. İşte bu en büyük saadettir" (Tevbe, 9/88-89). Âyette görüldüğü gibi "Fî sebîlillah" ibaresi zikredilmemiştir. Zira âyet Rasûlullah (sav) ve O'nunla şerefyâb olmuş ashabından bahsetmektedir. Onların cihadı tabiatıyla "Fî sebîlillah" ALLAH yolunda ve O'nun rızası dahilindedir. Dolayısıyla bu ibare zikredilmemiştir. Fakat diğer âyetler mü'minlere amellerinde ihlaslı olmaları yönünde irşad makamındadır. Ve mezkur ibare gerekmektedir.

Altıncı misâl: Hûd sûresine geçiyoruz. ALLAHu Teâla; "İşte onlar, yeryüzünde (bizi) âciz bırakmazlar, (ALLAH'ın azabından kaçıp kurtulamazlar). Onların ALLAH'tan başka dostları da yoktur. Azapları kat kat artırılır. Çünkü onlar (hakkı) işitemiyor (kadir olamıyor) ve gerçeği görmüyorlardı" (Hûd, 11/20). Bu âyetin üzerinde durmak ve tedebbür etmek gerekmektedir. Zira oldukça değişik bir üslupta gelmiştir. Bu âyetin de içinde yer aldığı Hud sûresi; "Elif, Lam, Ra. Bu bir kitabtır ki âyetleri en sağlam bir nazımla kuvvetlendirilmiştir. Sonra hikmet sahibi, her şeyi bilen ALLAH tarafından, bu âyetler, hüküm ve öğütlerle açıklanmıştır"(Hûd, 11/1) ifadeleriyle başlamaktadır.

Yukarıdaki ilk âyette Cenâb-ı Hak müşriklerden duyma ve görme objelerini nefyetmektedir. Bunu yaparken de "duyma" hususunu "istitâa" yani kâdir olabilme ile beraber getirmiştir. Bu durum "görme" hususunda böyle olmamıştır. Daha açık bir ifadeyle âyet, "Onlar işitemiyorlar ve (gerçeği) göremiyorlar", veya "Onlar işitmiyorlar ve görmüyorlar" şeklinde değil "Onlar işitemezlerdi ve görmüyorlardı" ifadesiyle gelmiştir.

Bazı müfessirler bu konu ile ilgili çok şey söylemişlerdir.2 Bazıları bu sıfatların, kendilerini ALLAH'tan kurtaracak evliya (yardımcıları) olan putların sıfatlarıdır demiştir.

Ayette geçen "Onlar (hakkı) işitmeğe kadir olamazlardı" cümlesi "Kendilerini ALLAHtan kurtaracak yardımcıları, hamileri yoktur" cümlesine bitişiktir. Aradaki "Onların azabı kat kat olacaktır" cümlesi ise cümle-i mu'terizadır.

Kanaatime göre (ALLAHu alem) "Onlar (hakkı) işitmeğe kadir olamazlardı" sözü insanları ALLAH'ın hak olan yolundan çeviren müşriklerden bahsetmektedir. Ve "kadir olabilme sözünün işitme ile mukarin olması da onlar hakkındadır. Zira İslam tarihine göz atıldığında Mekke devrinde müşriklerin Kur'ân-ı Kerim'i dinlemekten âdetâ kaçındıklarına şahid olmaktayız. Bu hususta birbirlerine de tavsiyede bulunmaktadırlar. Hatta bir keresinde Rasulullah Efendimiz (sav), Utbe b. Rebia'nin önünde Fussilet sûresini okumaktadır. "Yüz çevirecek olurlarsa de ki: Sizi Ad ve Semud'un şiddetli azabı gibi bir azabla korkutuyorum"(Fussilet, 41/13) âyeti gelince Utbe O'na (sav) "Ey kardeşimin oğlu yeter" diyerek eliyle Efendimiz'in mübarek ağzını kapatmıştır.

Bunun gibi hâdiseler âyet-i kerimenin sırrını ortaya koymaktadır. Zira onlar Kur'an'ın nefislerinde bırakmış olduğu sihirli etkiden korkarak onu dinlemekten kaçıyorlardı. Dinleyemiyorlardı. Bu durum "görme" hâdisesine mevzuubahis olamaz. Öyleyse âyette geçen "kadir olma" lafzının bir görevi, işaret etmek istediği bir husus vardır. Ona binaen gelmiştir.

Yedinci misal: Son olarak Mülk sûresine geçiyoruz. ALLAHu Teâla: "O kafirler, üstlerinde kanatlarını açarak ve kanat çırpıp kapayarak uçan kuşlara bakmazlar mı? Rahmandır ancak onları tutan. Muhakkak ki o her şeyi görendir" (Mülk, 67/19} buyurmaktadır. Öle yandan Nahl sûresinde: "Gök boşluğunda musahhar edilen kuşlara bakmadılar mı? Onları (kanatlarını açarken ve kapatırken) ancak ALLAH (kudreti) ile tutuyor. Elbette bunda iman edecek bir topluluk için (ibret alacak) çok alâmetler vardır" (Nahl, 16/79) buyrulmaktadır.

Her iki âyet içindeki i'cazın sırrını düşündüm. "fevka" kelimesi Mülk sûresinde zikrolunurken Nahl sûresinde geçmemektedir. Ayrıca "musahhar" kelimesi de ilave edilmiştir.

Dikkat edilecek olursa Mülk sûresi Hak'tan yüz çevirenlere tehdit makamında, korkutmak ve inzar için gelmiştir. Zira mezkur âyetten önce "O zaman anlarsınız korkutmam nasılmış? Doğrusu onlardan öncekiler de yalanlamışlardı; fakat Beni inkâr etmeleri nasılmış (azabımı bir hakikat olarak bulmadılar mı)?" (Mülk, 67/17-18) âyetleri zikredilmiştir. O halde Mülk sûresinde geçen "fevkahum" (onların üstünde) kelimesi belli bir gaye ve vazife için gelmiştir. O da küçük olan bu zayıf yaratık bile, sizlerin üzerinizde bulunmaktadır. Peki bu ulüvv ve tekebbür niye?

Nahl sûresi ise nimetlerden bahsetmektedir. Mezkur olan 79. âyetin öncesi ve sonrasında gelen âyetlere bakıldığında bu gerçek ortaya çıkacaktır. Bu makamda "Fevka" (üst, ulüvv) kelimesine ve onun taşıdığı manaya ihtiyaç yoktur. Ayrıca bu kuşların musahhar edildiği nimeti ta'dât makamında zikrolunmuştur.

Ayrıca Mülk sûresinde mezkur âyet-i kerime (evelem) diyerek atıf vavı ilave edilmiştir. Atıf da bir matuf gerektirir. O matuf da mahzuf bir fiil olup (yüz çevirenler) "gafil mi oldular ki, kör mü oldular ki, görmüyorlar" manasındadır. Ve buradaki istifham inkârı ve tevbîhî makamındadır. Bu durum Nahl sûresinde gerek duyulmadığından mezkur harf zikredilmemiştir.

Bu şekil misaller Kur'ân-ı Mûcizu'l-Beyân'da çok olup, burada zikrettiklerimizle iktifa ediyoruz.
Çev: Dr. Cüneyd Eren


DİPNOTLAR
x Hazf lügatta silmek kaldırmak demektir. Zikr ise hazfin zıt manasına gelir, Burada kastedilen mana âyet içinde geçen kelimelerin bazen zikri bazen de zikredilmemesidir.(çev)

1. Bu hususta Fahruddin er-Râzî şöyle der: El-Henîu ve El-Merîu kelimeleri "Yemek hoşuna gitti ve afiyetle yendi" tabirinden alınmış iki sıfattır. Bu yemek boğazdan yağ gibi akıp, külfetsiz yendiğinde denilir. El-Henîu yiyenin hoşuna giden şey. el-Merîu da neticesinden memnun kalınan mânâsına olduğu söylenmiştir. Bkn: 7.344. er-Râzi, Fahruddin, Tefsîr-i Kebîr. Terc: Prof. Dr. Suat Yıldırım başkanlığında heyet.(çev).

2. Âyetteki; "Onlar (hakkı) işitmeye kâdir olamazlardı (onu) göremezlerdi de.. " cümlesinin anlattığı sıfattır. Bu ifâde ile, onların dünyada iken, kalplerinin sağır, ruhlarının kör oluşu kastedilmiştir. Alimlerimiz, bu âyete dayanarak, ALLAH Teâla'nın kesblerinden dolayı mükellefte, onu imandan alıkoyacak şeyi yaratabileceğini söylemişlerdir (Teklîf-i mâ lâ yutâk konusu, Ehl-i Sünnetle Mutezile arasındaki ihtilaflı konulardan biridir). İbn Abbas (ra)'m şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "ALLAH Teâla kâfiri, hem dünyada hem de ahirette iman etmekten alıkoymuştur. Dünyada alıkoyuşu, "Onlar hakkı işitmeye kâdir olamazlardı (onu) göremezlerdi de..." buyruğu ile; ahirette alıkoyuşu da, "O gün onlar secdeye davet edilecekler fakat buna güç yetiremiyecekler"(Kalem, 68/42) âyetiyle anlatılmaktadır. Bu istidlâlde sözün özü şudur: ALLAH Teala, onların işitmeye muktedir olmayacaklarını haber vermiştir. Bununla onların ya sesleri ve harfleri duymaya muktedir olamayacakları ya da ALLAH'ın delillerini anlamaktan aciz olacakları manası kastedilmiştir. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü ortada olan açık durum onların sesleri ve harfleri duyduklarını göstermektedir. Dolayısıyla, âyeti ikinci manaya hamletmek gerekir. Cübbâî buna cevap olarak şöyle demiştir: Sem' lafzı, ya belli işitme organı manasınadır, yahut da Cenâb-ı Hakk'ın kulak boşluğunda yarattığı şey (işitmenin kendisi) manasınadır. O kul bu ikisine de muktedir olamaz. Çünkü o, bunu yapmaya veye yapmamaya gayret etse bile, bunları yapamaz. Bunun böyle olduğu sâbit olunca o kulda "istita'a"nın (güç yetirmenin) olduğunu söylemek imkânsızdır. İstita'a imkânsız olunca, kulda istita'anın olmadığını söylemek doğru olur. Böylece âyetin zâhirinin biz (Mu'tezile'nin) görüşüne zarar vermediği sâbit olur. Hem sonra, âyetteki "Onlar işitmeye kâdir olamazlardı.." ifadesi ile, onların (hakkı) işitmeyi ihmâl etmeleri ve onu işitmekten hoşlanmamaları manası kastedilmiştir. Bu, tıpkı bir kimsenin, "şu dinlemeye muktedir olmadığım (tahammül edemediğim) ama ister istemez kulağıma gelen bir sözdür" demesi gibidir". (Er-Râzî, Fahruddin, age. XII, 536-537). (çev)
Post Reply

Return to “Tasavvuf Yolu Nedir?”