Yeniden Düşünmek

Moderator: Leyla Hanne

Post Reply
seyir

Yeniden Düşünmek

Post by seyir »

Zinde Afyon istişare toplantısında yapıldığını tahmin ettiğim ve faydalı olduğuna inandığım bir konuşmanın metni.

Nevzat Yiğit

Muhterem dostlar, hepinizi Allah’ın selamıyla selamlıyorum.

Âdetimiz vechile, büyüklerimizden öğrendiğimiz şekliyle konuşmamıza başlarken; başta Peygamber Efendimiz hazretlerinin ruh-ı pâkine hediye olması için, ayrıca cümle Peygamberân-ı izâm hazerâtının ruhlarına hediye olsun diye, sahabe-i güzin efendilerimizin, silsile-i sâdat efendilerimizin, meşâyıh-ı kirâm hazerâtının ruhlarına hediye olsun diye, hassaten hocalarımızın ruhlarına hediye olsun diye, geçmişlerimizin ruhlarına hediye olsun diye, bu programımız ve bu konuşmamız hayırlı, verimli, bereketli, etkili, semereli olsun diye bir Fatiha üç İhlâs-ı şerîf okuyalım, öyle başlayalım, inşaallah.

Mevla sevdiğimiz bütün bu büyüklerimizin himmetini üzerimizde sâyebân eylesin. Şefaatlerine hepimizi nail eylesin. Ruhaniyetlerini burada hazır eylesin.

Muhterem dostlar!

Konuşmama başlarken, tahdis-i nimet kabilinden, üzerimizde bulunan şu üç tane nimeti zikretmek istiyorum. İnşaallah kadrini kıymetini biliriz. Cenâb-ı Hak da müzdâd eder, bu nimetlere garîk eder bizleri.

Bu nimetlerin birincisi iman nimeti. Şairin dediği gibi; imansız olan paslı yürek sinede ne kadar da yük. Dünyaya geldi geleli insanların çoğu iman etmemiş. Cenâb-ı Hak bu iman nimetini bize nasip etmiş, bize bahşetmiş; sonsuz şükürler olsun.

Hz. Muhammed Mustafa gibi bir peygambere ümmet eylemiş. Onca peygamber gelmiş, onca peygamberin onca ümmetleri gelmiş geçmiş ama Hz. Muhammed (sav) gibi bu kâinatın yaratılışının sebebi, temeli, bütün kâinatın onun nurundan, onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, Muhammed-i Mustafa’sına ümmet olmayı Cenâb ı Hak bizlere layık görmüş, sonsuz şükürler olsun. Her peygamber onun ümmetinden olmayı istemiştir Rabbinden. Cenâb-ı Hak bizlere nasip eylemiş. Ne kadar güzel, ne kadar büyük bir nimet değil mi?

Nimet içerisinde üçüncü bir nimet daha var ki; tasavvufa, tasavvufî bir yola müntesip olma nimetini Cenâb-ı Hak bizlere bahşetmiş. İslâm’ın özge yorumu; Rahmetli Hocamız’ın deyimiyle, tanımıyla… Hayatı tatlandıran, anlamlandıran bir anlayış, bir bakış açısı, bir görgü. Düşünebiliyor musunuz; insanın elini öptüren, eşyayı öptüren, bütün kâinata Allah’ın mü’min varlıkları gözüyle baktıran, insanı incelten, zevk-i selim sahibi yapan bir anlayış tasavvuf. İslâm tarihine baktığımızda şunu görüyoruz: Nerede güzel bir sanat eseri var, nerede bir güzellik var, onları yapanlar, yaşatanlar sûfî insanlardır. İslâm tarihinde en meşhur hattatlar, musikişinaslar, mimarlar, artık sanatın hangi dalına giderseniz gidin bu zirve insanları tasavvuf yetiştirmiş, tasavvuf okulları yetiştirmiş. Tasavvuftan behresi olmayan, tasavvufî anlayıştan nasibi olmayan insanlar katı, kaba saba bir anlayışı dünyaya hâkim kılmaya çalışmışlar. Kur’an ve sünnetin ruhunu sûfîler kavramış ve kavratmışlardır. Gerçek peygamber varisleri, gerçek tasavvuf erleri hayatı yaşanabilir kılmanın yollarını öğretmişler insanlara. Böyle bir yolda, o yolun da içinde daha özge bir damar içerisinde Cenâb-ı Hak bizi buluşturduğu için ne kadar şükretsek azdır, ona da şükrediyoruz, onun için de şükrediyoruz, sonsuz şükürler ediyoruz.

Yeniden düşünmek; yenilemek, yenilenmek, yeni olmak ve düşünmek…

Her dem yeniden doğarız,

Bizden kim usanası

diyor Yunus Emre. Tasavvufun şekillendirdiği o büyük insan.

Her dem yeniden doğarız,

Bizden kim usanası.”

Biz eskiyi getirmeyiz. Hiç durmadan, biz yenileriz kendimizi, biz toplumu yenilemeye çalışırız, toplumun önüne yeni fikir getiririz, yeni anlayış getiririz, yenileriz, yenileniriz. Onun için yenilenmek bizde çok önemli, çok çok önemli.

Düşünmek de bizde çok önemli. Kur’an’ın ne kadar çok vurguladığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Lehum kulûbun, lâ ya’kilûne bihâ. Onların kalpleri vardır, onlarla düşünmezler, kalpleriyle düşünmezler. Veya kalpleriyle düşünürler. Biz, pozitivizmle mağlul olan insanlar şimdiye kadar sadece düşünme melekemizi kafamıza, beynimize vermiş idik. Oysa Kur’an onu başka şeylere izafe ediyor. Kalbe izafe ediyor, kalple düşündüğümüzü, düşünmemiz gerektiğini söylüyor. “Onların kalpleri vardır, kalpleri ile düşünürler.”

Bizim mensup olduğumuz o damarın sahipleri, o damarın mensupları kalpleriyle düşünmüşlerdir, kalpleriyle düşünüyorlar ve kalpleriyle düşünen nesiller, kitleler yetiştirmeye çalışıyorlar. Çünkü dünyayı kalpleriyle düşünen insanlar ihya ederler, inşa ederler. Düşünmek onun için bizde çok önemli. Ama kalple düşünmek çok önemli, kalbiyle düşünmek çok önemli. Basiretinizi açarsınız, ferasetinizi açarsınız, işte bu yol size, bize hepimize açılır, muhterem kardeşlerim.

Çok anlamlı gelmedi belki kiminize bu başlık ama biraz soyut da olsa bu başlıkla anlatmak istediklerimi siz değerli kardeşlerime, can dostlarıma ifade etmeye, anlatmaya, paylaşmaya çalıştım. Yenilenmek ve düşünmek ve yeniden düşünmek.

Açılış konuşmasında Emin Bey’in de işaret ettiği gibi bu husus bizce çok önemli olduğu için ben de tekrar altını çizmek istiyorum. Zikir yaparken bile, Allah derken bile, “Yâ Rabbi, benim kastım senin rızan, senin rızandan başka bir şey düşünmüyorum” dedirten bir anlayış hayatın hangi alanını bundan uzakta tutabilir? Tutmaz, tutamaz. Öyleyse her an yenilenme, her an yenilenme, her an bir adım ileriye gitme bizim anlayışımızın en temel prensiplerinden sevgili dostlar.

124 bin tane, 224 bin tane peygamber gelmiş. Niye? Zaman içerisinde bir peygamber geliyor, yeniliyor, yenileniyor, gönülle, kalple düşünmeyi öğretiyor ama araya fasıla, ara girdiği zaman insanlar bu temiz düşünceden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlıyorlar. Ne demişler? “İnsan nisyan ile maluldur.” Boşuna dememişler; unutkan varlıktır insan. Unutacak, o unutkanlık bir noktaya geldiği zaman bir yenileyici daha gelecek ve insanları düşündürtecek, asıl hedefe yönlendirecek. İlahî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî’yi hatırlatacak, “elin kârda, gönlün yârda” olması gerektiğini hatırlatacak, “halk içinde hak ile beraber” olunması gerektiğini hatırlatacak.

Onun için insan, tabiatı itibariyle hep bu yol göstericileri arar ve Allah da o yol göstericileri göndermiştir. Her peygamber birer şeriat getirmiştir, anlayış getirmiştir, zamanına göre değişmeyenleri veya değişen, değişebilecek şeyleri bir araya getirmiş, değişmeyenleri insanlara göstermiş, değişebilecek şeyleri de yaşantısıyla göstererek yol ve yöntem öğretmiştir.

İmam-ı Şa’ranî hazretleri diyor ki; “Her peygamber bir şeriat ile gelir, her veli de zamanına göre yeni bir anlayış getirir.” Her peygamber Allah’a verdiğimiz o sözü bize hatırlatmıştır, insanoğluna, insanlığa hatırlatmıştır ve sapmalara karşı koymanın yollarını bulmuştur. Hz. Musa yahudilere gelmiştir. Yahudilere pek çok peygamber gelmiştir, öyle değil mi? Yakuboğulları’na pek çok peygamber geldi. Ne yaptılar? Yapılarında olan bir takım nüvelerden dolayı sık sık bozuldular. Cenâb-ı Hak da onlara sık sık peygamberler gönderdi. Hz. Musa geldi, hükümleri bildirdi; Yahudilik şeriatında hükümler var; şunu şöyle yapacaksın, bunu böyle yapacaksın, yapmayacaksın falan. Kitabı okuyan o insanlar, başladılar ayrıntılara dalmaya. O kadar çok ayrıntılandırdılar ki yani insanın gücü yetmesi mümkün değil, insanın bunu anlaması mümkün değil, insanın kavraması mümkün değil. Çığırdan o kadar çok saptı ki Allahu Teâlâ hazretleri İsrailoğulları içerisinden bir peygamber gönderdi, o gidişatı bir başka yöne doğru kaydırmaya başladı, asıl mecrasına oturtmak için farklı bir yöntem geliştirdi. Kimdir o peygamber? İsa aleyhisselam.

Onun şeriatında da hukuki prensipler neredeyse yok denecek gibi… Ahlâkî prensipler ağırlıklı. Öbür tarafta hukuki prensipler. İnsanlar hukuk kitapları yazıyorlar, ayrıntılara giriyorlar, giriyorlar. İnsanoğlunun, normal insanın bunları anlaması mümkün değil. Artık iş çığırından çıkıyor, beni ilgilendirmez diyor. Hıristiyanlık buna aksülamel olarak geliyor, tekrar rayına oturtuyor. Ama bir yere kadar gidiyor ve onların da ne yaptıklarını, işi nereye getirdiklerini biliyoruz. Tarihte Hıristiyanlığın başına gelen hadiseler de malum, o tarafa girmeyelim. Ne yapıyor? Güncelliyor Cenab-ı Hak, yeniliyor, bir peygamberle ve bir kitapla yeniliyor. Kitap peygamberi anlatıyor, peygamber kitabı yaşıyor, toplumun önünde… Zaten insanın fıtratı bunu bekliyor. Bunu bekleyen fıtrat ona râm olarak bir yere kadar gidiyor ama zaman içerisindeki alâyişten, teşevvüşten, karışıklıklardan asıldan bir sapma meydana geliyor.

Hz. Ömer ne buyuruyor?

“Akşam ben yatağıma yattığım zaman sorarım. ‘Ey Ömer, bugün Allah için ne yaptın?’”

Bunu tarihi planda, çok global planda düşündüğümüzde… İnsanlar müesseseler üretiyorlar sosyal anlamda, siyasal anlamda bir takım müesseseler üretiyorlar, iyi niyetle, has niyetlerle ama bir noktaya geliyor bakıyorsunuz ki onlar kaymış, niyet sapması olmuş. Niyeti tekrar düzeltmek için geçmişte bir peygamber ya da İslâm tarihinde bir veli, bir mürşid-i kâmil çıkıyor. O anlayışı yerli yerine oturtuyor. Belki bazen o hareketi bir veli, bir mürşid ortaya koyuyor ama bir müddet sonra, o sapma gösterdiği zaman aynı veli zât “arkadaş, bu iş böyle gitmez” diyor, “olmaz, rıza-i bâriden saptık, tekrar yenilenmemiz lazım, tekrar yenilememiz lazım” diye o ahdi, o hareketi yeniden rayına oturtmanın yollarını arıyorlar.

Onlar için iki tane yol var:

1. Misyon, yeni tabirle anlatacak olursak

2. Vizyon.

Ya da sabitler ve değişkenler.

Sabitler yani misyon ne?

Allah’ın rızası.

Nasıl olacak bu?

Kitab ve sünnet merkezli olacak. İki tane değişmez kaynak. Kitab Hz. Peygamber’i anlatıyor. Hz. Peygamber Kitab’ı yaşıyor.

Ne demiş şair:

Hüsn-ü Kur’ân’ı görür insan, olur hayran sana.

Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’an sana.

İşte bütün bu peygamberler, peygamberlerden sonra gelen veliler, bugünkü tabirle, bugünkü teknik tabirle kullanacak olursak lider insanlar.

Günümüzde liderliğin iki önemli unsurunu, tanımlıyorlar. Diyorlar ki; bir karizmatik lider vardır, bir de mimar lider vardır. Karizmatik lider hiç kimsenin saatinin olmadığı zamanda saate sahiptir. Herkes gider, vakti öğrenmek için ona saati sorar, o da gelene saati söyler, insanlar rahatlar. Hah, saat buymuş, vakit buymuş diye insanların işi görülür.

Buna ne lider diyorlar?

Karizmatik lider.

Bir ikinci lider tipi daha vardır; mimar lider.

Mimar lider ne yapar?

Mimar lider de hiç kimsenin saatinin olmadığı bir zamanda herkesin eline birer saat verir, ihtiyaç kesbettiğinde o insan kolunu açar, saatine bakar, haa vakit buymuş der. Peygamberler ve veliler, gerçek anlamdaki veliler tarih boyunca mimar lider profiline uygun insanlar. Kendilerini bir kenara çekerek topluma böyle örnek oluyorlar, toplumu böyle yönlendiriyorlar. Nasıl? Herkes birer saat sahibi olsun. Bu anlayışa herkes gelsin.

Ne diyordu Rahmetli Hocamız?

“Herkes birer lider olsun.”

“Bir problemle karşılaştığınız zaman, benimle istişare etmek istediğinizde güvendiğiniz beş kişiyle istişare edin. O beş kişiyle istişare etmeniz neticesinde verilen karar benim kararımdır.”

Nedir bu?

Size saat veriyor, ölçü veriyor. Öbür türlü, “ben fani bir insanım, dünya değiştiririm, değiştirebilirim, bugün buradayım, yarın burada olamayabilirim.”

Kimi insanların zihinleri buna takılır. “Benim liderim benim yanımda olacak, istediğim zaman göreceğim.” Dünyanın şartları buna müsait değil ki; vizyon buna müsait değil, değişken şartlar buna müsait değil.

Müsait mi?

Müsait değil.

Ne olacak?

Her insanın da bu güzellikten istifade etmesi lazım. Öyle ise lider her aradığında gördüğün insan değil. Gerçek lider, mimar lider senin eline anlayış veren, seni düşünmeye sevk eden, seni yenileyen, seni yenilemesini bilen insandır. Gerçek lider kendisi olan liderdir, kendisini yaşar. Muhtemelen denilir ki ama ben biliyorum şöyle olmalı, böyle olmalı…

Sık sık söylerim, burada hatırlayan, hatırlayacak dostlarımız da olacaktır, hani biraz da bağlantı kuralım konuşma konumuzla. Efendim, mürşit dediğin, lider dediğin şöyle şöyle olacak. Toplumumuzun kafasında oluşan bir profil var. Medya mensubunda, gazetecisinde bir profil var, cami cemaatinde bir profil var, şunda bir profil, bunda bir profil. Ee şöyle olacak, böyle olacak falan. Lider yani mürşit; o şöyle olacak denilen elbiseyi kendisine uydurmak, kabul etmek zorunda değildir. Ama toplumumuzda görüyoruz ki bu göreve soyunmuş pek çok insan dış tesirlerden etkilenerek kendisini onların tanımladığı çerçeveye sığdırmak zorundaymış gibi hissediyor. Dolayısıyla toplumun önüne geçmeye çalışıyor. Yani oynuyor, oynamaya çalışıyor. Gerçek lider, gerçek mürşit böyle yapmaz. Allah’ın verdiği bir görevi vardır, misyonu ve vizyonu vardır, bunu çizer, kendisi öne düşer, “arkadaş bu iş böyle olacak” der. Onun bunun tanımlamalarına gelmez. Kendi pozisyonunu yaşar ve zamanın gerektirdiği iş ne ise onu yapar, hikmete uygun olanını yapar, kritik eder, analiz eder, bugün yapmam gereken, ehem olan nedir, bunu tespit ettikten sonra onu yapar ve yapılmasını ister, tavsiye eder.

Herkesin kafasında bir anlayış var, şöyle yapılmalı, böyle yapılmalı tarzında. Mimar lider, mürşid-i kâmilin kafasında ise bugün olması gereken vardır. 20 sene önce yapılan şey 20 sene öncede kaldı. Hayat süratle akıp gidiyor. Bugün yapılması gereken vardır. 10 sene sonra da ayrı bir yapılması gereken vardır. Bugün geçecek, 10 sene sonra başka bir şey yapacağız. Onun için bizim pek çok insanımız geçmişte yaşar, geçmiş hayalleriyle, geçmişteki yaşadıklarıyla, onları ön plana çıkararak yaşar, yaşatmak ister.

Sevgili kardeşlerim!

Bugün yaş ortalamamıza şöyle baksak, 40’ın üzerindedir herhalde. Öyle midir? Her birimizin çoluk çocuğu vardır, çoğumuzun da torunları olmuştur. Artık bizden geçti, biz bu dünyayı çocuklarımız için kurmalıyız, inşa etmeliyiz. Onun için “biz eksiden şöyle yapıyorduk” devri geçmiştir. İnsanoğlu geçmişe bir özlem duyar.

Mısır’da bulunan ilk papirüslerde şöyle yazılmış: “Zaman çok bozuldu, çocuklarınıza dikkat edin.” Nedense hep zaman bozulur, biter gider. Oysa zaman akıp gidiyor ve zamanı yaşayan pek çok da insan var. Asıl olan o zamanı, o anı en güzel değerlendirmektir.

Tasavvufta buna ne denir?

“Hûş der dem.”

“Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem.” Dünkü gün gitmiştir, bir daha gelmez. Yarınki güne henüz daha ulaşamadın. Öyle ise gün bugündür. Bugünü değerlendirmek asıldır. Geçmişte yaşamayı terk etmediğimiz müddetçe geleceğe dönük bir şey yapamayız. Biz çocuklarımız için, biz torunlarımız için yeni bir şeyler vermek zorundayız. Gerçek liderler bunun üretimine geçmiştir. Geçmişe özlem duymak, bugünü geçmişe, geçmişi bugüne getirmek anakronizmdir ve yanlıştır.

Ne yapmak lazım? Bu liderler ne yaparlar?

Bu liderler farklı düşünürler. Herkes gibi düşünmezler. Kendilerini insanların kendilerine biçtiği elbiseyi giymek zorunda hissetmezler. Farklı düşünürler. Diyorlar ki: “’Bugün ben %10’luk dilime girmek istiyorum, %90’lık dilimde bulunmak istemiyorum, herkes gibi olmak istemiyorum’ diyorsanız, farklı düşünün.” Sizin de önünüze getirdikleri şeyler aslında size zoka olan şeylerdir. Olabilir. Her şeyi herkes gibi yorumlamaya kalkmayın.

Peygamberler öyle değiller miydi?

Farklı düşünmenin yollarını açmadılar mı insanlara?

Evet, farklı düşünmek insanlardan, kitleden, sürüden insanı ayırır ve %10’luk dilime dahil eder. Bizim geçmişimize, o ana silsilemize baktığımızda onların bariz vasıflarının farklı düşünmek olduğunu görürüz, görüyoruz.

“Efendim, ben yetinmiyorum bununla, ben %1’lik dilime girmek istiyorum, kendimi yenilemek istiyorum, toplumu yenilemek istiyorum, örnek ve önder olmak istiyorum, lider olmak istiyorum.”

Âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ öyle demiyor mu, öyle dua ettirmiyor mu?

Nesillerimizi lider olarak yetiştir yâ Rabbi! Ve ce’alnâ li’lmüttakîne imâmâ. Nesillerimizi lider olarak yetiştir yâ Rabbi. Müttakilere imam olarak yetiştir yâ Rabbi. Bakın, üste çıktı, iyice üste çıktı.

Peki bunu nasıl temin etmişler?

Geçmiş büyüklerimize, o silsilemize, o yola baktığımızda bunları görmemiz net olarak mümkün. Tarihte pek çok alimin savrulduğu zamanlarda bizim büyüklerimizin nasıl dik durduğunu onlarca, yüzlerce örneğiyle görmemiz mümkün. Siyasî sahada, sosyal sahada vs.

Peki nasıl olacak?

Elbette stratejik düşünerek.

O nasıl mümkün?

Birkaç hamleyi önceden kestirerek mümkün.

Bunun için bir örnek: Hz. Peygamber hicret ederken yatağına kimi yatırdı? Hz. Ali’yi. Efendimiz birkaç adım sonrasını görerek müşriklerin ellerini boşa çıkardı. Öyle yapmadı mı? Bu bir stratejik düşünmedir, stratejik harekettir.

Barbaros Hayreddin Paşa, Preveze savaşında o kadar büyük bir ordu karşısında galibiyet kazanmışsa stratejik düşünmesiyle kazanmıştır. Nasıl? Bir savaş taktiği var. Bu savaş taktiğini karşıdaki komutana ulaştırıyor. O zaten izliyor Barbaros Hayreddin Paşa’nın savaş taktiğini, Andrea Dorya. Kendisi de aynı savaş taktiğini uygulayacakmış gibi bir imajı o tarafa yansıtıyor. Her zaman yaptık, şimdi de yaparız. Preveze deniz zaferini okumak lazım. Çok sıkıntılı bir andır, demdir. Diyor ki; ben şimdiye kadar şu taktiği izledim, şimdi Andrea Dorya da biliyor ki ben böyle yapacağım, onu da işliyor, bu anlayışı da işliyor. Bu anlayışa ne deniyor günümüzde? PM diye bir kavram var, perception management diye, yani kavrayış ve algılamayı yönetmek. Karşı tarafın, insanların, kitlelerin algısını yönetiyorsunuz ve hedefinize yavaş yavaş gidiyorsunuz. Ben şöyle yaparım diye zaten önceki yaptığınızı, o anlayışı, imajı tekrar gönderiyorsunuz bir takım insanlarla askerlerine. Bunun karşısında Andrea Dorya bir plan çiziyor, savaş stratejisi çiziyor. Fakat bunu nasıl olsa biliyor, bunun karşısında şöyle bir taktik izler diye bir üçüncü taktik geliştiriyor Barbaros Hayreddin Paşa ve Preveze deniz zaferi böyle kazanılıyor. Taktik, taktik, taktik ve bir noktaya gelmek.

Bugün Batılılar binlerce insanlarla, insanların zihnini, insanların kavrayış ve algılayışını yönetiyorlar.

Öyle olmuyor mu?

“Efendim, bir ülkede hastalık çıktı” diyorlar. Nasılsa, sınırdan diğer ülkede hiç bir şey yok. Bu ülkede hastalıklar var. Aman yandık, öldük, bittik falan, bir panik havası. Arkasından bakmışsınız milyar dolarlar bir yerlere kaydırılmış. İnsanların cebinden paraları alınmış, bir şeyler yapılmış, bu şekilde yönetilerek gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi göstererek, korku üreterek insanları yönlendirmişler. Geçmişte de bu yapılmış, bugün bize karşı hep yapılıyor ne hikmetse.

Ne yapmak lazım?

Stratejik hareket etmek lazım. Farklı olmak lazım.

Ne yapmak lazım?

Kritik etmek lazım. Her gelen bilgiyi kabullenmemek lazım. Çünkü bilgi kirliliği var, müthiş bir bilgi kirliliği var zamanımızda.

Bu bilgi kirliliğinin önüne geçmek için şüphe ile karşılamak lazım, geleni şüphe ile karşılamak lazım, kritik etmek, tenkit etmek lazım ve düşünmek lazım. “Bu böyle yapıyor, acaba perception management’mi yapıyor?” Algı yönetimi testlerini, anlayışlarını mı kullanarak beni aldatıyor, kandırıyor falan.

Bunun yolu ne?

Kritik etmek, analiz etmek ve bir sonuca doğru gitmek.

“Efendim, bu seçimlerde falanca partiye oy verelim.”

Ne kadar zarar getirdi şimdiye kadar öyle değil mi bu ülkeye? Ne kadar zarar getirdi?

Kritik ederek, farklı bir bakış açısını kim gösterdi bu ülkede, bu ülkenin insanlarına?

O zamanlar şöyle böyle diyenler daha sonra nerelere kadar geldiler?

Prof. Dr. Merhum Mahmud Esad Coşan Hocaefendi gösterdi.

“Niye angaje oluyorsunuz ki? Bizim işimiz iyi insanları seçmek değil mi? İyi insanları aday göstersinler, onları destekleyelim, niye angaje olalım, niye takım tutar gibi parti tutalım?”

Ondan sonra bu partiler yavaş yavaş kendilerine çeki düzen vermediler mi? Bu bir toplumu yönlendirme işi değil midir? Yenileme işi değil midir? Bir düşünme faaliyeti değil midir? Bir kritik etme, analiz etme faaliyeti değil midir? Kaç kişi geldi de bu toplumun önüne düştü? Kaç kişi geldi de bu toplumda sosyal olarak örgütlenilmesi gerektiğini söyledi?

Kimler nasıl örgütlenmiş yerin altında ve kimleri nasıl katletmek üzere, o planlar ortaya çıkıyor görüyoruz.

O planların baş aşağı edilmesi için Rahmetli Hocamız’ın ne tür planlar geliştirdiğini de bugün daha net görüyoruz.

Görmüyor muyuz?

Görüyoruz. Ama 10 sene sonra, 15 sene sonra görmeye başladık. O günden görseydik, o günde geçmişi yaşamasaydık bugün başka olabilirdik. Allah böyle takdir etmiş, bugün böyle olmuşuz ama bugün gösterileni bugün görebilsek, o zaman çocuklarımız, torunlarımız, gelecek nesillerimiz için biz farklı açılımlar gösterebiliriz, yaşayabiliriz.

Hiç unutmamamız gereken bir unsur var bu yolda, rıza-i bari, Allah rızası. Yaptığımız her işi bu açıdan sorgulamak zorunluluğu var.

Bize verilen zikir görevleri var. Rahmetli Hocamız’a da soruyorlar.

“Efendim, sıkıntıdayım, bunalımdayım, ne yapmam lazım?”

“Kardeşlerimize verdiğimiz vazifeleri yapsalar bu sıkıntı olmaz.”

Mehmed Efendi hazretlerine soruyorlar:

“Efendim, sıkıntılarımız var, ne yapalım?”

“Ee, verdiğimiz vazifeleri yapmıyorsunuz ki…”

Muhterem kardeşlerim!

Hedef Allah’ı hiç unutmamaktır. Zikirde de budur, tasavvuftaki zikrin manası ve maksadı budur. Ama adam “10 bin tane çektim, 20 bin tane zikir çektim” diyor.

Sen Allah’ın huzurunda mısın? O tesbihi elinden bıraktıktan sonra, işyerine gittiğinde, falanca yere gittiğinde ne kadar Allah rızası duygusuyla yaşıyorsun?

Yaşamıyorsun. O zaman kusura bakma, günde yüz bin zikir de çeksen, “Allah” da desen bir işe yaramaz. Zikirden asıl maksat, Allah huzurunda olduğunu hiç unutmamaktır. Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda yaşamaktır.

İmâm-ı Rabbanî hazretleri diyor ki; asıl olan tevhiddir. Tevhidde şer yoktur, hayır vardır, asıl olan hayırdır. Kesret âleminde yaşadığımız için kesret âleminde şer ortaya çıkar. Peki kesrette vahdeti yaşarsanız, o zaman şer diye bir şey kalmaz, her şey hayırlı olur. Ne diyor? Ve kul câe’l-hakku ve zeheka’l-bâtıl. Hak gelince batıl gider. Asıl olan hayırdır, biz hayrı yaşıyoruz.

Nisan ayı başında Almanya’da aile eğitim kampındaydık. Kardeşlerimiz dediler ki: “Huzurlu Yaşam” başlıklı bir konuşma yapar mısın? Umumiyetle bu tür basmakalıp başlıklar altında konuşmaları tasvip etmem. Herkes huzurlu yaşam diyor, huzurlu yaşamı konuşuyor. Telefonda konuşsak, olmaz, derdim. E-mail ile haberleştiğimiz için bana düşünme fırsatı verdi. İşte önce tenkit ettim, sonra düşündüm, “yahu bu konu ne kadar güzelmiş ve hayat felsefemizle ne kadar örtüşüyormuş” dedim.

Biz dersimizi yapmaya başlarken ne yapıyoruz?

Rabıta-i mevt, rabıta-i mürşid, rabıta-i huzur.

Neyi öğreniyoruz bununla?

Devamlı Allah’ın yanında, huzurunda olmayı öğreniyoruz.

Öyle değil mi? Hedef devamlı huzurda olmak değil midir?

Huzurda olan bir adam mutsuz olur mu? Geçimsiz olur mu? Problemli olur mu? Yani ben huzurlu yaşamın böyle bir açılımla anlatılabileceğini, konuya böyle yaklaşılabileceğini arkadaşlarım vesile oldu da öyle düşünerek çıkardım. Öyle değil midir? Huzur budur.

Bize bunu öğretiyorlar, asıl hedef huzurda yaşamak. Zikirden maksat da o ve sosyal çalışmalarımız, diğer bütün çalışmalarımız da birer zikir, huzurda yaşamak için. Ben tesbihimi elime aldım, camide iken huzurdayım. Camiden çıktım huzursuz. Olmaz. İnsan iş hayatında da, memursa memuriyetinde de huzurlu yaşamalı. Onun yolu da işte vazifeleri yerine getirmekten kaynaklanıyor. İç eğitimi tamamlamaktan kaynaklanıyor.

Nedir bu vazifeler?

Ben uzun anlatmayacağım, 1991 yılında, ilk otel programlarında, bin kişiye yakın insan katıldı, o programda borsa üzerine bir-iki oturum yapıldı. Bilirsiniz, katılanlarınız da olmuştur. Bir arkadaşımız, kardeşimiz, Hocamız rahmetliye serzenişte bulunmuş. “Efendim, biz buraya koşarak geldik, iki üç gün sizinle birlikte pür tasavvufî bir ortam paylaşalım istedik. Siz ise burada tuttunuz, borsayı konuşturdunuz.” Hocamız rahmetli dedi ki: “Muhterem kardeşlerim, boğazınızdan geçen lokma haram olduğu müddetçe siz hangi tasavvuftan bahsediyorsunuz, hangi dervişlikten, hangi sûfîlikten bahsediyorsunuz?! O da bizim tasavvufî eğitimimizin, iç eğitimimizin bir gereği.”

Bu yolun büyükleri bunu böyle görmüşler, böyle bilmişler; ağızdan haram lokma girmeyecek. Yani helal gıda girecek. Bakın bağlantı kurun, helal gıda girecek. Ne kadar önemliymiş oysa bizim tasavvufi gelişmemiz açısından. Ama biz işte, şeyh efendi ile otururuz birlikte, dizini dizimize dayarız, ondan sonra işte pür bir tasavvufî ortam.

Hangi tasavvufî ortam? Verilen tesbihat Allah Resûlü’nün emri, Allah’ın emri. Asgarisinden olanları bize veriyorlar ve onları arttırmamızı istiyorlar bizden. İtikâflarımız halvet yerine geçiyor.

Dünyada halvet yaptıran kaç kişi var?

Bugün sizin mensup olduğunuz anlayış size halvet yaptırıyor. Her şeyh halvet açmaz. Böyle bir nimetin ne kadar farkındayız?

İtikâfta halvet yaptırıyor. Bir içtihat geliştirmiş ve “Ondan sonra da derslerinizi kalbî ders olarak, kalbî zikir olarak devam ettirin.” diyorlar. İtikâfa girin, halvete. Dört itikâfa girerseniz bir halvet çıkarıyorsunuz. Bu, ben böyle yapayım, böyle olsun diye olmaz, bu işin sahipleri bu işi öngörürler ve yaptırırlar. Yapın dedikleri zaman mutlaka bu vesileyle bir fayda hasıl olur. Bizim önümüze böyle bir çığır açmışlar, ne kadar farkındayız acaba? İç âlemimizde de kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ diye latifelerimiz var, onları geliştirerek işte o gönül gözümüzü, gerçek düşünen kalbimizi aydınlatmak mümkün.

Bütün bunları niçin söyledim?

Sosyal görevlerimizde, zikir görevlerimizde, diğer görevlerimizde, hepsi bir bütün olarak bakmak ve onları icra etmek durumundayız, muhterem kardeşlerim. Hep beraber bu algılamamızı tekrar gözden geçirmek durumundayız. Yeniden, yeniden düşünerek, yenilenmeli, yenileşmeli, bunun yollarını bulmalıyız. İmâm-ı Rabbânî hazretleri diyor ki: “Diğer tarikatlerin bittiği yerde bizim tarikatımız başlar.” Niye? Diğer tarikatler insanları belli zikirlerle, ezkarla olgunlaştırır, olgunlaştırır… İvazsız, garazsız, sırf Allah rızası için topluma hizmet edecek noktaya getirir, ondan sonra toplumun içine atar. Hedef neymiş? Toplumun içinde olmak. Halkın içinde olmak ama Hakla beraber. “Fakat” diyor, “bizim yolumuzda öyle değil. Biz vazifeyi veririz, onların bittiği yerde bizimki başlar, vazifeyi veririz.” O tasavvufî görevdir işte. Hepsi bir bütün, büyüklerimiz tarafından bunları birbirinden ayırmak uygun görülmemiş.

Şeyh efendi yerine göre tekkesinde oturuyor, dergahında oturuyor. Osmanlı 19. yüzyılda hızla inişe geçmiş, bankalar gelmiş, faiz belası etrafı sarmış, Gümüşhaneli hazretleri diyor ki: “Ben köşemde oturamam, alana inmeliyim. Benim vazifem tekkede oturmak değil. Her şey iyi, güllük gülistanlık gitseydi, tamam tekkemde oturur, onları takip ederdim, denetlerdim. Ama şimdi toplumun önüne düşmeliyim…” Şirket kuruyor, matbaa kuruyor. Arapça’nın tefessüh etmeye başladığı, dini ilimlerin bozulmaya başladığı bir dönemde Mısır’a gidiyor. Silahlı cihada gidiyor, Rus harbine katılıyor. Yeri geldiği zaman alana inmekten hiç çekinmiyor.

Niye?

Çünkü yerine göre hareket etmek lazım, ehemmi mühime tercih etmek lazım. Ben bununla mükellefim diye düşünüyor.

Değerli kardeşlerim, sevgili dostlar.

Bu anlayışı iyi, net olarak kavrayabilmek için, belli köşe taşlarını incelemek lazım. Diyorum ki; Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin hayatına bir bakalım. Yakub-ı Çerhî hazretleri halifesi, birkaç gün oruç tutuyor, nafile oruç. Onu fark ediyor hocası. Bir gün mükellef bir sofra hazırlatıyor, çağırıyor; “gel yemek yiyeceğiz.” “Efendim olur mu…” falan. “Gel” diyor “gel.” “Tok olarak gerçekleşen kemâlât aç olarak gerçekleşen kemâlâttan daha kalıcıdır.”

Anlayışı görüyor musunuz? Tok olarak gerçekleşen kemâlât, ilerleme aç olarak gerçekleşen; evet belki biraz çabuk gerçekleşir ama çabuk da gider. Daha pek çok örnek verebilirim.

Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri “bizim yolumuz hizmet yoludur” diyor. “Bir yerde yapılacak bir hizmet varsa himmet ve hatır oraya sevk edilir.” Öyle değil miydi? Onu incelemek lazım.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, yapılan onca önemli tekliflere rağmen teklifleri kabul etmiyor. Zindanlardan mektuplar gönderiyor. Müstakim, sarsılmaz ama yenileyici olduğunun da farkında.

Ne diyoruz İmâm-ı Rabbânî hazretlerine?

Müceddid-i elf-i sânî.

“İktidara geleyim de, bir şeyler yapayım da, yanında durayım da…” falan yok. O zaman kitle gidecek, o zaman sapma büyüyecek, kitlenin anlayışı sapacak. “Hayır, benim vazifem Allah’a kul olmak.”

Kul oldum, kul oldum, kul oldum.

Kim diyor?

Men bende şodem, bende şodem, bende şodem.

Men bende-i Kur’ân’em eger can dârem.

Men hâk-i reh-i Muhammed-i muhtârem.

Kul oldum, benim işim ona buna yağcılık yaparak bir yerlere gelmek değil, kul olmak, bu arada yenilemesini bilmek, başta kendim olmak üzere.

Mehmed Zahid Kotku hazretlerinde bunu görüyoruz. Biliyorsunuz. Hocamız rahmetlide bunları görüyoruz.

Ne yapmak lazım, nasıl yapmak lazım ki bu anlayışımızı yenileyelim?

Ana başlıkları ile söylüyorum.

Kur’an’ı sindirmemiz lazım. Ashab-ı kirâm, “Biz Kur’an’ı okumazdık yerdik.” diyor.

Dağıttığımız o Kur’an’a nüfuz edebiliyor muyuz, etme için bir gayret içerisine girebiliyor muyuz? Onun için Müzzemmil sûresinden başlamanızı tavsiye ediyorum muhterem kardeşlerim.

Müzzemmil sûresi… Geceleyin kaldırıyor, gecenin önemli vaktinde Kur’an’la meşgul ediyor. Kur’an’la meşgul olacaksın diyor.

Niye? Kaç âyet inmiş?

Henüz 50 civarında âyet inmiş. Ama her gece kalkacaksın, iki saat, üç saat, dört saat Kur’an’la meşgul olacaksın.

Ve rattili’l-Kur’âne tertîlâ. Kur’an’ı oku. Biz de bunu tecvide yormuşuz…

Muhterem Hasan Tahsin Feyizli Hocam burada iken ona da kısa bir tenkit göndereyim, göndermiş olayım. Çünkü daha önce bir iki konuşmamda söyledim, huzurunda söylemezsem belki ilerde yakama yapışır.

Tertil tecvid değil, tertil tecvid mi?

Değil ama Hocamız da mealinde tertil parantez tecvid demiş.

Acaba bunu yeniden düşünür mü? Tertil’e parantez tecvid ile okuyun demişsiniz. Acaba yeniden düşünmeniz mümkün mü?

Daha sonra da Elmalılı’nın dediği gibi işi “kaf” çatlatmaya getirmişiz, dolayısıyla Kur’an’ın ruhundan uzaklaşmışız. Diyorlar ki İslâm ulemâsı, büyüklerimiz; “Allah’ın bu emrini yerine getirebilmek için her gece elli âyet okumak durumundasınız.” Çünkü henüz elli civarında âyet nazil olmuş. Her gece birkaç saat Cenâb-ı Hak kalkın diyor, bunu okuyun, onunla haşır neşir olun. Ve sahabe de dahil olmak üzere Hz. Peygamber, Kur’an’la meşgul oluyorlar.

Peygamberimiz’i tanımalıyız. Çünkü Kur’an onu tanıtıyor bize. Başımızın tacı, gözümün nuru, gönlümüzün süruru Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem.

Ve Hocamız’ın kitaplarını okumalıyız.

Bir zamanlar -ben bu anlayışı herkesin paylaştığına inanıyorum- bir ilçede bir arkadaşımız;

“Yahu hocam, şu bizim dergiler çıksa ya, kendi elimle yüz kişiyi ilçede abone yapacağım, her ay kendim dağıtacağım.” dedi.

Niye?

Falanca grup, feşmekanca grup falan dergileri getiriyor, dağıtıyorlar.

“Yahu bu işleri biz başlattık, şimdi de dergimiz çıkmıyor.”

“Mübarek, muhterem, o zaman dergi çıkarmak lazımdı, kimse çıkarmıyordu, ümmet-i Muhammed ne yapıyor, ne ediyor, bilinmiyordu. Bunu büyüklerimiz çıkarmış, yapmışlar, bir noktaya getirmişler, sonra herkes dergi çıkarmaya başlamış. Siz devam ettirseniz klik bir dergi çıkarmak zorunda kalacaksınız. Bugün internet dergisi çıkarabiliyor musunuz? İşte o maharettir.” demiştim.

Şimdi benzer duyguları sizlerin de paylaştığınızı tahmin edebiliyorum. Hocamız’ın kitapları, hocalarımızın kitapları, yakında inşaallah Mehmed Zahid Koktu hazretlerinin kitapları da gelecek. Peki bunları bir dergi anlayışıyla, heyecanla bekleyip etrafınıza ne kadar tanıtıyorsunuz, ne kadar dağıtıyorsunuz, ne kadar götürüyorsunuz, ne kadar okuyorsunuz? Ben şunu üzülerek söyleyeyim, söz buraya gelmişken. “Daha önce ben kitapların hepsini almıştım, kütüphanemde hepsi var.” Belki parmak kaldırın desem %80’niniz öyle diyeceksiniz. Bu kitaplar o kitaplar değil. O kitapların hepsini bir kenara koyun, bu kitaplar başka kitaplar, farklı kitaplar, bunlar onlar değil, bunu söyleyeyim.

Değerli kardeşlerim!

Vazifelerimizi yerine getirmemiz, hayatı, İslâm’ı, Müslümanlığı, tasavvufu bir bütün olarak algılamamız, yeniden düşünmemiz, yeniden bir rektifiyeye girmemiz her zaman için geçerli. Günlük, aylık, yıllık belki ömürlük… bunları yapmamız lazım. Büyüklerimiz bunları yapıyorlar ve yollarını, yöntemlerini bizlere gösteriyorlar. Kestirme yol onların frekansına girerek, onların frekansı ile birlikte hareket etmek, o zaman o algılamaya dönük yapılan pek çok menfi çalışmanın önüne geçmemiz mümkün olacak, ümmete muttaki insanların önder olacağı, sadece ümmetin değil insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirecek bir kitle olacağız. Geçmişte bunu yaptık, bugün de çok önemlidir. Farkında değiliz ama bunu yapıyoruz. Allah bize daha çok yapmayı nasip eylesin, inşaallah. Bu değerin kıymetini bilmeyi hepinize, hepimize nasip eylesin.

Hepinize teşekkür ediyorum, saygılarımı, sevgilerimi, muhabbetlerimi sunuyorum.

http://www.zinde.info
Leyla Hanne
Posts: 1395
Joined: 22 Nov 2007, 21:24

Re: Yeniden Düşünmek

Post by Leyla Hanne »

Allah razı olsun yazıyı bize aktardığınız için efendim.:) Ben dikkatle not alarak okudum yazıyı biraz uzunca ama fevkalade bir sohbet olmuş. Orada bulunamasak(bulunmasak da) bizde istifade etmiş olduk. Allah razı olsun Nezvat Bey'den de sizden de. Allah ilminizi, aşkınızı,şevkinizi,feyzinizi artırsın.
seyir

Re: Yeniden Düşünmek

Post by seyir »

Amin. Bilmukabele.
Allah(cc) sizden de razı olsun.

Madem tekkemiz var. Tekkemizin olgun-tecrübeli dervişlerinden, ağabeylerinden, ablalarından da istifade etmemiz lazım. Böyle girip çıkacağımız, oturup konuşacağımız bir ortam/durum yok. Bahsettiği gibi, bu zamanın dergahları da böyle herhal ? :)

..ki göremediğimiz, idrak edemediğimiz, atladığımız, vs.. noktalarda uyarmaya uyandırmaya vesile olsunlar.
Post Reply

Return to “Kritik Analitik Düşünce ve Kişisel Gelişim”