Bir Hidayet Öyküsü

Hisse almak niyetiyle...

Moderator: VYZ

Post Reply
mnctosman

Bir Hidayet Öyküsü

Post by mnctosman »

ALTINOLUK MAYIS / 2006

Hakk'ı Arayışın Brezilya'dan İstanbul'a uzanan öyküsü...

Bize kendinizi tanıtır mısınız?

AHMED: Adım Ahmed Garcia. Dindar Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim ve 13 yaşıma kadar tam bir teslimiyet içinde hristiyan olarak yaşadım, ailem ile beraber her pazar sabahı kiliseye giderdik. 13 yaşıma geldiğimde Hristiyanlıktaki, İncil’deki çelişkiler beni kiliseden uzaklaştırdı ve Hakk’ı arayış serüvenim işte o zaman başladı diyebilirim. Tanrının var olduğunu tüm kalbimle kabul ediyordum ama Hristiyanlık’ta anlatılan Tanrı benim kalbimde yaşattığım tanrıdan çok uzaktı.

20. yüzyıl başından beri süregelen devrimler, iç savaşlar neticesinde dünyanın dört bir yanından insanlar Brezilya’ya göç etmeye başladı ve doğal olarak gelirken beraberlerinde dinlerini ve kültürlerini de getirdiler. Ve bugün Brezilya, İslam’ın, Hristiyanlığın, Hudizmin ve küçük büyük her dinin rahatça barındığı ve bu dinlerin mensuplarının rahatça dinlerini tebliğ ettikleri bir ülke konumunda.

– Evet, gelelim Hakk’ı arayış serüveninizin başlangıcına. İlk önce Allah’ı nerede aradınız?

AHMED: 13 yaşımdayken Fransız filozof Allan Kardec tarafından bulunan spiritizm doktrinini araştırdım. Bu doktrin ruhlar âleminde ruhların serbestçe dolaştıklarını, içinde bulundukları beden ölünce başka bir bedene girdiklerini savunan bir doktrin, bir çeşit reenkarnasyon inancı diyebiliriz. Burada aradığımı bulamayınca önce Taoizme sonra Budizme yöneldim. Bu arayışların o dinden bu dine gidiş gelişlerin arkasındaki hikmetin beni İslam’a hazırlamak olduğunu yıllar sonra Müslüman olunca anladım.

– Nasıl bir hazırlanıştı bu, birkaç örnekle müşahhaslaştırır mısınız?

AHMED: Örneğin Budizm ile tasavvuf arasında bazı benzerlikler var. Budist tapınağında kalırken bize gecenin 1/3 ünde insanın enerjisinin çok yoğun olduğunu, bu saatte uyanmamızı ve meditasyon yapmamızı önemle söylerlerdi. Müslüman olduğum zaman bana verilen ilk tavsiye de buydu, seher vakti uyanık olmak ve ibadet etmek ve bilhassa tevbe etmek.

Bir de riyazat örneği var ama hedefler farklı; Budizm’de hedef nefsi öldürmektir-ki bu imkansız bir şey- İslam’da ise nefsi kontrol altında tutmak ve dizginlemek hedeftir.

– Özetle her kapıyı çaldınız ama doğru kapıyı bir türlü bulamadınız. İslam’ın kapısını neden hiç çalmadınız?

AHMED: Bu çok önemli bir soru ama cevabı da bir o kadar acı ve hatta ümmetin şu anki halini gözler önüne serme açısından da dehşet verici: Brezilya’da İslam eşittir terör demekti. “Tüm Müslümanlarda sebepsiz adam öldürme potansiyeli vardır” ön yargısı hakimdir. Onlar yakar, onlar yıkar, onlar her şeyi mahveden insanlardı. İslam’ın gayesinin zıddıyla tanınmasında sadece taraflı medyayı da suçlayamayız. Müslüman olarak kendimizde de hatayı aramalıyız. Mesela; Brezilya’daki Müslüman nüfusunun çoğunluğunu Araplar oluşturur ve aşırı milliyetçi oldukları için başka dinden ve milletten insanlarla iletişime açık değiller. Bu sebeplerden ötürü o yıllarda İslam’ı araştırmayı hiç düşünmedim.

– Budizmden sonraki durak neresiydi?

AHMED: Budizmden sonra gitmek istediğim bir yer yoktu o an için. Tek hedefim rahip olup en uç noktaya yani nirvanaya erişmekti. Ve tabii burada da aradığımı bulamadım, kalbim hiçbir şekilde itminana ermiyordu. O yıllarda 25 ya da 26 yaşımdaydım, bir gece rüyamda biri bana: ‘Sizler hepiniz yaşayan ölülersiniz, hakikati öldükten sonra değil şimdi anlamak istiyorsan 1 haftaya kadar bavulunu hazırla ve yola çık.’

Hiç tereddüt etmeden ertesi gün işimden istifa ettim. Çok meşhur bir tiyatroda oyuncu olarak çalışıyordum, istifamı duyan herkes delirdiğimi sanmış. Bir rüyaya göre hayatımın akışını belirlemek başkalarına göre saçmaydı ama o yaşa kadar hep mistik dinlerle ilgilendiğim için tabii olarak sadece rüyalara değil; çevremde yaşanan her olaya, karşılaştığım her duruma büyük ehemmiyet verir, ben anlamasam da her işte bir hikmet muhakkak gizlidir diye düşünürdüm. Neyse 1 hafta dolmadan yola çıktım, Brezilya’nın başkentine gittim.

O günlerde dini bir festival vardı Brezilya’da, o festivalde Pablo isminde biriyle tanıştım. Pablo, günde 3 kez secde ederek ibadet ediyordu ve bu ibadet şeklini Müslümanlardan gördüğünü ve hoşuna gittiği için yaptığını söyledi. Birkaç gün içinde aramızda manevi bir yakınlık hasıl oldu. Festival bittikten sonra bana: “Arjantina’ya bir alternatif tarım araştırma merkezine gidiyorum. 12 kişilik bir ekibimiz var, bize katılmak ister misin?” diye sordu. Hemen kabul ettim. Birlikte Patagonya’ya gittik. Patagonya ormanlarının içinde ki bu araştırma merkezinde Pablo da ben de teknisyen olarak çalışıyorduk. Pablo bir gün ‘Kur’an’da matematiksel mucizeler’ isimli bir makale getirdi bana ve “oku, ilgini çekeceğine eminim” dedi. Makalede Fatiha suresinin meali ve Portekizce okunuşu vardı. ‘Elhamdülillahi Rabbil Alemin’ ayetini tekrar tekrar okumaktan kendimi alamıyordum, sonra mealini okudum: ‘Hamd olsun alemlerin Rabbına’. Bir an zahiren sessizliğe büründüm, ama aynı anda bâtınımda da fırtınalar koptu sanki.

Yani Kur’an ile ilk tanışmam, Allah ismine ilk aşık olmam Kur’an’ın ilk suresinin ilk ayet-i celilesiyle oldu. Fatiha suresinin tamamını okuduğum zaman ise o güne kadar olan tüm yaşamım gözümün önünden geçti ve sanki bu 7 ayet benim tüm yaşadıklarımın özetiydi. O anki duygularımı kelimelere sığdırmam çok zor; ancak, bu hissi yaşamışlar anlayabilir.

Müslüman olduktan sonra Kur’an-ı Kerim’de Ra’d Suresi’nde geçen “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur” ayetini okuduğumda Fatiha Suresi’ni ilk okuduğum anda kalbimde olan o değişikliği daha iyi anladım. Çünkü kalbimin ihtiyaç duyduğu gıda zikirdi ve o yıllarda henüz Müslüman olmamış ta olsam “Elhamdülillahi Rabbil Alemin” lafzı celilesi kalbimde kısa süreli bir sekinet hali sağladı.

O makalede ayrıca Kur’an-ı Kerim’de var olan matematiksel şifrelerdi, özellikle Allah’ın 99 ismi olduğundan; 19 sayısının ve katlarının tekrarından, Arap alfabesindeki her harfin bir sayı değerinin olmasından bahsediliyordu.

Ertesi gün hemen Kur’an-ı Kerim’in İngilizce tercümesini buldum ve okumaya başladım. Okuduğum bir sureyi tekrar tekrar okumak istiyordum. Ne kadar ilginç diye de kendime hayret ediyordum çünkü o güne kadar okuduğum hiçbir kitabı 2. kez okumayı düşünmemiştim. İnsan bildiği bir şeyi tekrar okuyunca pek zevk almaz ama Kur’an öyle değildi, her okuyuşta ayrı bir ufuk açıyordu sanki bana. Ve şundan çok emindim ki, bu kitap yıllardır izini sürdüğüm O Yaratıcının yeryüzüne yolladığı bir kitaptı.

– Peki o dönemde neden hemen İslam dinini kabul etmediniz? Kafanızı kurcalayan şüpheleriniz mi vardı?

AHMED: Kur’an çoktan kalbimi feth etmişti bir kere. Ama İslam dinine nasıl girilir, her isteyen bu dine mensup olabilir mi, olunursa nasıl Müslüman olunur? İşte bunların hiçbirini bilmiyordum ve sorabileceğim kimse de yoktu etrafımda.

Şüphe meselesine gelince, tek bir şeyden iyice emin olmak istiyordum; o da İslam’da manevi hayat meselesi, yani İslami tabirle tasavvufmuş aslında aradığım. İnternetten hemen bu konuyu da araştırdım ve sonsuz kere şükrolsun ki karşıma Mevlana ve Mesnevisi çıktı.

O günlerde her kapı sanki daha anahtarı elime almadan kendiliğinden açılıyordu ve bu açılan kapıların birinde beni 13.yüzyıldan elini bana uzatan Rumi (ks) bekliyordu. Sabah akşam Mesnevi okur hale gelmiştim. Sanki ben okumuyordum da Rumi (ks) bana okuyordu, ben de dizinin dibinde oturmuş O’nu dinliyordum. Zaman içinde anladım ki İslam, tasavvuf demek; tasavvuf, İslam demekmiş. Ve bugünlerde anladığım başka bir şey daha var; o da bu dönemde okuduğum Mesnevi’nin beni ileride hocam olacak Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin talebeliğine hazırladığı…

– Brezilya’ya geri dönmeye nasıl karar verdiniz?

AHMED: Yine gördüğüm bir rüya üzerine hareket ettim diyebilirim. Rüyamda bir mahkeme salonundayım, salonun tam ortasında bir ateş vardı; ateşin bir tarafında ben vardım, diğer tarafında azap içinde kıvranan insanlar vardı. Arkama baktım, hakim kürsüsünde bir adam oturuyor ve bana şöyle dedi: ‘Başka seçeneğin yok evladım, buradan gitmek zorundasın. Hayatta seni bekleyen çok önemli vazifeler var, bu insanları ateşten kurtaracaksın vakti gelince ama şimdi git.’

Bu rüyayı 3 gece üst üste gördükten sonra artık iyice emindim gitmem gerektiğine ve sonuçta Brezilya’ya geri döndüm ve Curitiba’daki camiiye gittim. Camiinin girişinde bir Müslüman ile tanıştım, adı Cemal’di. Çok cana yakın ve bilgili birisiydi. Bana İslam’ı en güzel şekilde hem hal hem de kal ile tebliğ etti diyebilirim. Ertesi gün tekrar camiye gittiğimde oradaki insanlara Cemal’i tanıyıp tanımadıklarını sordum, soruma cevap bile vermediler ve hatta kaba davrandılar diyebilirim. Tarif edilemez bir hayal kırıklığı yaşadım ve üzgün bir şekilde eve döndüm. Bu hayal kırıklığından sonra tekrar doğaya dönmeye, huzuru doğada aramaya karar verdim. Amazon ormanlarında Rio Bramco denilen bir bölgede 2 yıl kaldım. Bu iki yılın ilk altı ayını yalnız geçirdim, meditasyon yapıyordum. Bir süre sonra yalnızlık sıkıcı gelmeye başladı ve yine bu bölgede yaşayan St. Daime grubuna katıldım. Bu insanlar Hristiyanlık kültürü, Afrika kültürü ve Kızılderili kültüründen oluşan bir inanç sistemi geliştirmişlerdi. İslam’ı çağrıştıran bazı yönleri de vardı diyebilirim. Mesela beyaz ve yeşil rengin daha ön planda olması, kıyafetlerinin beyaz olması ve kadınların tesettüre riayet etmesi ve ibadet ederken haremlik selamlık oturmaya dikkat etmeleri gibi…

– Nasıl ibadet ediyordunuz? Onlara Kuran-ı Kerim’den hiç bahsettiniz mi?

AHMED: Kadınlar bir tarafta biz erkekler diğer tarafta tambor denilen bir enstrüman çalıp ilahiler söylüyor sonra meditasyon yapıyorduk ve bazen de İncil’den okuyorduk.

Kuran-ı Kerim’e gelince; o dönemde İslam, dolayısıyla Kur’ân hayatımdan tamamen çıkmıştı diyebilirim. Ta ki istikbalde eşim olacak Nuran hanıma rastlayıncaya kadar.

O da benim gibi düşmüş yollara Hakk’ı hakikati arıyormuş. Bir gün bize daha evvel hiç duymadığımız söz öğretti: Bismillahirrahmanirrahim.

Bu nedir diye sorduğumuzda: “Herşeyin başlangıcı, Cennet kapısının anahtarı” dedi.

Tıpkı Fatiha suresini ilk defa okuduğumdaki hislere büründü kalbim. Artık hepimizin dilinde telaffuzu zor da olsa bu muhteşem kelime vardı. Bize tarifsiz bir huzur ve kalbimize genişlik veriyordu.

Nuran hanımdan öğrendiğimiz bir başka güzellik de, hala dilimden düşüremediğim bir Mevlevi ilahisiydi:

Ya Rabbi aşkın ver bana

Hu diyeyim döne döne

Seni görürüm her yerde, Allah

Hu diyeyim döne döne.
Post Reply

Return to “Kıssa ve Hisse”