Aşk Bahçesinin İnleyen Bülbülü: Yaman Dede

Edebiyat adına herşey...

Moderator: VYZ

Post Reply
User avatar
Halil Necati
Posts: 618
Joined: 02 Nov 2007, 19:54

Aşk Bahçesinin İnleyen Bülbülü: Yaman Dede

Post by Halil Necati »

http://myakwa.wordpress.com/2011/05/02/ ... aman-dede/

Hatice Sedef ERGÜL

Aşk Bahçesinin İnleyen Bülbülü: Yaman Dede

Bişnev in ney çün hikayet mikunet
Ez cüdayiha şikayet mikunet.

(Dinle!.. Bu ney neler söyler, ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.)

Kez neyistan ta mera bübrideend

Ez nefirem merd ü zen nalideend

(Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadı figanımdan, erkek ve kadın herkes ağlamakta, inlemektedir.)

Sine hahem şerha şerha ez firak

Ta biguyem şerh-i derd-i iştiyak
(Özlem ve hasret derdini anlatabilmek için, ayrılık ateşinden kavrulmuş, şerha şerha (param parça) olmuş bir gönül isterim.) (Mesnevi 1/1-2-3)

Konya’nın kurşuni şafaklarının birinde, kim bilir kaçıncı uykusuz geçen gecenin seherinde, yayından fırlayan bir ok gibi Mevlana’nın dilinden dökülüveren bu dizeler, tam yedi asır sonra bir Rum genci olan Diyamandi’nin gönlüne isabet eder. Lisede Farsça dersinde tahtaya yazılan bu dizeler: canına can, tenine aşk katar. Daha bir çift güzel göze vurulmadan, henüz on üç yaşında yedi asır önce söylenen dizelere kaptırır gönlünü. Kendisi o günü şöyle anlatır:

“ Mevlana ismi bana pek tatlı geldi. Okunan beyitler beni derinden sarstı… Sinemi şerha şerha yardı… O andan itibaren tatlı, tatlı yanmaya başladım… Şiddetle yakan fakat anne busesi kadar tatlı gelen alevler iç âlemimi kaplamıştı.”

Nereden bilebilirdi, bu dizelere gönlünü kaptıranları çetin aşk sancıları beklediğini. Aşk: gönül sahipleri için sudur. Mevlana’mız: “Susuzlar cihanda nasıl su ararsa, su da susuzları arar” dememiş miydi?

Diyamandi; 1887’ de Kayseri’nin Talas ilçesinde dünyaya gelir. Henüz on aylıkken ailesi Kastamonu’ya göç eder. İlk tahsilini Rum Ortodoks Mektebinde yapar. Sonra Kastamonu Lisesine devam eder ve birincilikle bitirir. Arkadaşları onun bu gayretini dile getirmek için “Yamandi molla” lakabını takar. Diyamandi’nin hayatına işte bu lisedeki aldığı eğitimler ve onunla candan ilgilenen gönül ehli hocaları yön verir.

Diyamandi, Gayri Müslim talebeler muaf olduğu halde, din derslerini sınıfta kalıp dinlemeyi tercih eder. Bu ince ruhlu hocalardan İslam edebiyatı klasiklerini rubailerle, gazellerle öğrenir. Bu arada içinde Mevlana ateşi bir çığ gibi günden güne büyümektedir. Rumcada adının anlamı “elmas” olan Diyamandi, Mevlana’nın kanatları altında gerçek “elmas” olmaya doğru yola çıkar. Ailesi, Rum arkadaşları günden güne ona yabancılaşırken, yaşadığı evi artık gurbetidir. “Gökyüzü ağlamayınca çimenler gülmez” der Mevlana. O da gözü yaşlı bir dervişe dönüşür. Gözlerinden aşk damlaları döküldükçe, gönlünde binlerce güller açılır.

Hocaları bu durumu uzaktan uzağa gözlemektedir. Bir gün edebiyat hocası sırasının üzerine bir kâğıt koyar ve “evladım, bunun devamını yazmanı istiyorum, sen bu konuda pek kabiliyetli ve içlisin” der. Kâğıtta şu beyitler yazılıdır:

Müsteidd-i feyz-i alam zerrede ekvan görür.

Hubb-i fillah nazrasiyle herkesi canan görür.

(Allah’tan gelen feyzi almaya kabiliyetli olan kimseler, zerrede bütün varlıkları görür. Etrafına Allah (cc) sevgisiyle bakan kimse, herkesi sevgili görür.)

Diyamandi çok heyecanlanır, kâğıdı elleri titreyerek alır, içinde yanan ateş daha da alevlenir. Ve adını koyamadığı bu duygularla kâğıda şu mısraları ekler:

Atf-ı enzar eyleyince asumana, kevkebe

Beht-ü hayret badesinden âlemi sekran görür

Seyreder zahirde gerçi kâinatı, her bakan

Hep bu ulviyatı amma bence ÇEŞM-İ CAN görür.

“Gökyüzüne, yıldızlara bakan, gördüğü güzellikler karşısında hayranlık ve hayretle kendinden geçer. Varlıkları gerçi görünüşte her bakan seyretmektedir. Ancak yücelikleri -eşyanın hakikatini- ancak CAN GÖZÜ görebilir”

Bu beyitle hocasından beklemediği kadar çok iltifat alır. Artık Diyamandi hocasının gözünde uyanmıştır. Ancak zahire değil de öze uyanmıştır.

Resululah’ın hayatını ve inanç esaslarını da öğrenir. Farkında olmadan içindeki aşkla gelen bir dönüşüm yaşar. Zaten aşkın tabiatıdır, girdiği gönlü feth etmek ve dönüştürmek. Hocalarından özel Arapça ve farsça dersleri alır, bu aşkı ilimle perçinler ve arttırır.

Lise tahsilinden sonra, İstanbul Hukuk Fakültesinde eğitime başlar. Bu arada Rum cemaatinden uzak durmaya çalışsa da, onlar peşini bırakmaz. Kendisiyle cemaatin önde gelenleri ilgilenir. Bir elçi yollayarak, onu Patrikhaneye davet ederler. Şayet Patrikhaneye devam ederse, çok rahat bir öğrenciliği ve yaşamı olacağını bildirirler. Kısaca ona psikolojik baskı yapmaktan geri durmazlar. O ise, Mevlana ve Mesnevisine daha sıkı sarılır. Her defasında onların bu davetlerini nazik bir şekilde geri çevirir. Artık onu Mevlana’dan beslendiği aşk doldurmuş, başka hiçbir şeye yer kalmamıştır. Kendisi bir yazısında bunu şöyle dile getirir:

“Hidayet nurunun, alevden damlalar halinde gönlüme akması, şahlar güzelinin (Mevlana) tatlı ve mübarek ismini işittiğim andan itibaren başladı. Ondan sonraki merhale baş döndürücü süratle birbirini takip etti. Merhalenin hangisinde öldüm de yeni bir âleme doğdum? Bunu ben de bilmiyorum.”

Meşhur Mevlevi Şeyhi, Ahmet Remzi Dede’den Mesnevi dersleri alır. Bu arada bir devlet dairesinde görev almıştır. Rum cemaatinden bir kızla evlendirilir. Bu evlilik bir süreliğine de olsa Rum Cemaatinin ve Patrikhanenin baskılarını ve ilgisini onun üzerinden alır. İlmi çalışmalarını artık büyük bir gizlilik içinde de olsa daha rahat yapmaktadır. Mesnevi derslerine ara vermeden devam ederken, Kur’an ayetleri üzerine de çalışmalarını yoğunlaştırır. Bu arada adını Belma koyduğu bir de kızı olur.

Diyamandi’nin hayatında şeyhi Ahmet dedenin yeri bir başkadır. Ona Mesnevinin derinliklerini sunarken bu yolun inceliklerini de öğretir. Onunla beraber Fenafi’l-Mevlana halini tadar ve yaşar. Onunla yaptığı ders döneminde zihninde yeni ufuklar açılmış, imanı kat kat artmıştır. Kendisi bir mektubunda kazandığı bu derinliği şöyle anlatır:

“Merhum Kayserili Ahmet Remzi Dede’den Mesnevi okudum. Ufkum son derece genişledi. İmanım da o nispette kuvvetlendi. Koca Mevlana’nın büyüklüğü karşısında ürpermeye başladım. Mesnevinin görebildiğim derinliği karşısında gözüm kararıyor, korkuya benzer hisler bütün benliğimi kaplıyordu. Bütün derinliğini görmemin imkânı yoktu. Mesneviyi bitirdim, daha doğrusu Mesnevi beni bitirdi. Her zerremde aşkın alevleri çıkmaya başlamıştı.”

Zaten aşk şairi Mevlana’mız bir beyitin de kendini bu duyguya kaptıranlar için “Ben rüzgârım sense ateş, seni ben alevlendirdim” diyerek yüzyıllar ötesinden seslenir. Hocası Ahmet Remzi Dede artık ona “Yaman Dede” diye hitap etmektedir. Yaman Dede Anadolu’nun değişik illerinde Mevlana ve Mesnevisi üzerine konferanslar verir, Ankara Radyosunda Mevlevi büyüklerini anlatan sohbet programı yapar. Sık sık Âşıklar Kabesi diye bilinen Konya’yı ziyaret etmeye başlar. Bir şiirinde Mevlana’ya şöyle yakarır:
Yak sinemi ateşlere, efgânıma bakma

Ruhumda yanan ateşe nîrânıma bakma

Hiç sönmeyecek aşkıma imanıma bakma

Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma!…

Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın

Ateşle yaşar, yaşla değil yaresi aşkın

Yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın

Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma!..

Yaman dedenin feryadı diğer âşıklarla aynı makamdandır. Çünkü onlar gönül diliyle konuşur. En güzel nağmeler gönül diliyle söylenir. Bu aşk bahçesinde gülün aşkıyla inleyen bülbülün dilidir. Gönül bütün âlemi içine alır. Onun bir telinde âlemin bütün tellerinin ahengi işitilir. Adı aşktır. Bu sebepten Mevlana’mız der ki:“Aşksız geçen günü ömürden sayma, o hesaptan dışta kalacaktır.”

Yaman Dede yıllar yılı içinde taşıdığı aşkıyla ailesinin yanında gizli bir mü’min olarak yaşar. En çokta namaz kılmakta zorlanır. Gizli gizli ibadet ağırına gitse de aldığı zevki hiçbir şeye değişmez. “Namaz kılmak!… Aman Allah’ım o ne büyük nimettir. Kanımla, gözyaşımla abdest alabilsem, kızgın saç üstünde namaz kılabilsem. Yanarak, kavrularak namaz kılabilsem. Namaz kanadını açmadıkça hakikate uçamazsın!… Namazın bir saniyesi yanında tüm kâinat bir saman çöpü bile olamaz.” dediği namazlarını kimse görmesin diye genellikle en kuytu semtlerin küçük mescitlerinde kılar. O günleri yazdığı notlarında “Tam kırk yıl bazen sahursuz, bazen iftarsız oruçlar tuttum; ama ailem bunu hiç bilmedi.” diyerek iç sızısını kâğıtlara döker.

Mevlana’mız “Neyi arıyorsan sen, O’sundur.” der, Mesnevinin bir beyitinde. Yaman dede de ne aradığını belki yıllarca bilmeden aradı ama şimdi ne olduğunu çok iyi biliyordu.

Diyamandi’den bu âleme kapı açılmıştır. Artık o kapıdan geçip sevgiliye kavuşmak için, bu kapıda ki sevgililerden geçme zamanı gelmiştir. “Bazen açığa vurmak gizlemekten daha zordur derler” Yaman Dede yıllarca bu zorluğu içinde yaşadı. Ama artık imanını içinde gizleyemiyordu. Dili sustukça, hal-i haykırıyordu. Diline ve hal-i ne artık hükmedemeyeceğini anladı. Çünkü dönüşüm onu kesretten, Vahdet’e ulaştırmıştı. Artık Mevlana’nın diliyle konuşuyordu, “ben seninle o haldeyim ki, ey! Sevgilim, sen ben misin, ben sen miyim fark edemiyorum” diyordu.

Tarihler 15 Şubat 1942’yi gösterdiğinde adını ve dinini değiştirmek için resmi başvuruda bulunur. Bu durumu çok sevdiği ailesine açar. Ailesi onun bu tutumu karşısında feryadı figanı basar. Çünkü dinlerinin bu konudaki katı tutumunu bilmektedirler. Haber Patrikhane’ye ulaşır. Patrikhane zaten hiç ara vermediği baskılarına yenisini ekler. Ya Hıristiyanlığa geri dönecek ya da ailesinden ayrılacaktır. Yaman dede çaresizlikle ailesine yalvarır. Gelin bu yolda iki cihanda da birlikte olalım. Şayet kabul etmezseniz, ben sizleri bırakamam yuvamızı yıkmayalım, aynı çatı altında yaşamaya devam edelim, diyerek onlarla her durumda beraber yaşamak istediğini söyler. Fakat Patrikhane kızı ve eşi üzerinde etkilidir. Onlar bu teklifi kabul etmez ve bu yuvanın devam edemeyeceğini söylerler. Bunun üzerine Yaman Dede yavaşça kalkar, soğuk bir şubat gecesidir, ceketini alır, kapıdan çıkmadan önce “Aşkımın bedeli bu yaşananlar. Sizler sakın üzülmeyin. Aşk, ızdırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın. Elveda!”der. Vakit: ayrılık vaktidir.

Selamsız: Üsküdar’ın aşk yokuşu Yaman Dedenin yaşadıklarına tek şahit. Aşkına, şahadetine, vedasına, şimdi de hicretine. Kendi gurbetinden yola çıkar hicretine. Selamsız yokuşu buz keser o gece, sanki Dedenin iç yangınını biraz olsun serinletmek için. Kar diz boyu gecenin ayazı insanın iliklerine işler. Ama Yaman Dede yangınının küllerinden yeni doğmuş bir Zümrüdü Anka gibidir. Mevlana’nın kanatları altında çoktan Fenafi’r Rasul’e kanatlanmıştır. Artık ne gecenin ayazı onu üşütebilir ne vedanın acısı yakabilir ne de hicretin zorluğu yorabilir. Selamsız yokuşundan iskeleye doğru adeta sürüklenirken etrafında uçuşan kar taneleri sanki sema yapan Allah dostlarının ruhları gibi ona eşlik eder. Gözlerinden süzülen yaşlar, gönül okyanusunda birer inci tanesine dönüşür ve diziliverir yürek yangısıyla birlikte SEVGİLİYE NAAT olarak.

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Resulallah

Nasıl bilmem bu nirâna dayandım yâ Resulallah

Ezel bezminde bir dinmez figândım yâ Resulallah

Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Resulallah

Yanan kalbe devasın Sen, bulunmaz bir şifâsın Sen

Bulunmaz bir sehâsın Sen, dilersen rûnümâsın Sen

Habib-i Kibriyâsın Sen, Muhammed Mustafa’sın Sen,

Cemâlinle ferahnâk et ki, yandım yâ Resulallah…

Gül açmaz, çağlayan akmaz, ilahi nurun olmazsa

Söner alem, nefes kalmaz, felek manzurun olmazsa

Firak ağlar, visal ağlar, ezel mesturun olmazsa

Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Resulallah

Erir canlar o gül-buy-ı revan-bahşın hevasından

Güneş titrer, yanar didarının, bak, ihtirasından

Perişan bir niyaz inler hayatın müntehasından

Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Resulallah

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam

Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlardan nem duymam

Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam

Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Resulallah

Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek

Nasip olmaz mı Sultanım Haremgahında can vermek

Sönerken gözlerim asan olur ahında can vermek

Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Resulallah

Boyun büktüm, perişanım, bu derdin sende tedbiri

Lebim kavruldu ateşinden döner payinde tezkiri

Ne dem gönlü murad eylerse taltif eyle Kıtmir’i

Cemalinle ferah-nak et ki yandım ya Resulallah.

Yaman Dedenin artık adı Mehmet Abdülkadir Keçeoğludur ve dini de resmi olarak İslam’dır. Bundan sonra kendini gençlerin eğitimine adar. Zaten uzunca bir süre azınlık okullarında ders veren Yaman Dede, artık İstanbul İmam Hatip Okullarında ve Yüksek İslam Enstitüsünde de ders vermeye başlar. Şimdi her biri kendi dalında otorite olan birçok ilim adamı yetiştirir. Peygamber Efendimizi ve Mevlana’mızı öğrencilerine hep ağlayarak anlatır. Belki yeni bir şey söylemiyordu ama samimi, içten, hasret ve aşkla anlatışı öğrencilerinin duygu dünyalarında derin izler bırakır. Ailesine gösteremediği ilgi ve şefkati onlara gösterir, kızına olan özlemini onlarla gidermeye çalışır. Selma adlı bir öğrencisine yazdığı mektupta bunu şöyle dillendirir. “Seccadende ellerini göklere kaldırdığın zaman Belma’yı da hatırla, onun için dua et. Belma coşkun bir baba sevgisinin gür tadını henüz tadamadı. O saadete erdi haberi yok tadamadı. O sanır ki büyük Mevlana, babasını elinden aldı. O yalnız Mevlana’yı bilir, yalnız onu işitir. Beni ondan değil, beni benden aldılar. Alanlardan Allah (cc) razı olsun, kulluklarından azad etmesin. Her an yeni bir zincir ile onlara bağlasın Allah (cc). Onların kulu kurbanıyım”
Zaman zaman da dostlarının ve öğrencilerinin misafiri olurdu. Dostları onun bu yalnızlığına üzülür, çözüm arardı. Önceleri buna pek sıcak bakmayan dede, yine dostlarının teşviki ve yardımı ile emekli öğretmen Hatice Hanım ile evlenir. Gerçek aile saadetini, saygı ve muhabbetini onunla yaşar. Ayrıca ömrü boyunca ilk eşini ve kızını aramayı ihmal etmemiş, onlara zaman zaman hediyeler de yollamıştır.

İnsanların hedefi genellikle damladır. Din ve Tasavvuf ise kişiye deryayı bağışlar. Uyanıklar, dine ve tasavvufa yönelir. Tasavvuf bilmek işi değil; duymak ve olmak işidir.” diyen Yaman Dede hakkında öğrencisi Ahmet Kahraman, Dedenin bu hali yaşadığını gösteren şu hatırayı nakleder:
“Yaman Dede 1959–1960 döneminde Farsça dersimize geliyordu. Bir gün dersler bitti, okuldan çıktık. Taksim’e doğru gidiyorum. Alman Sefareti (elçiliği) civarında bir mescit var. İşte oradan yukarı doğru tek başıma gidiyorum. Bir baktım Yaman Dede, mescidin duvarına yaslanmış, son nefesini verir gibi bir hali var. Halsiz, mecalsiz, başı hafifçe sağ öne düşmüş, boynu bükülmüş, öyle duruyor. Hemen koşarak yanına gittim ve: ‘Hocam, hayırdır, geçmiş olsun neyiniz var, hasta mısınız?’ dedim. Baktım Hoca ağlıyor. ‘Hocam niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi?’ dedim. Şöyle çok ince, çok tiz, çok gevrek, ipil ipil dökülen bir sesle: ‘Hayır yavrum hayır!’ dedi. “ Resulullah (sas) aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor, ya bir yere dayanmam gerekiyor veya oturmam icap ediyor.”
Hayatını İslam’ın güzelliklerini, peygamber aşkını ve kulluk bilincini anlatmaya ve yaşatmaya adayan Yaman Dede “Ölüm asude bir bahardır” diyerek, 3 Mayıs 1962’de, aşk ateşini ve gözyaşını nasipleri oranında geride kalanlara bırakarak, ölümsüz sevgililerine kavuşur. Mevlana ve Resul aşığı bu gözü yaşlı Dedemizi anarken dualarımız onun ve tüm hak âşıklarının üzerine olsun.
Post Reply

Return to “Edebiyat”